Ana içeriğe atla

BİR RUH İNKİLÂBI: SÂMİHA AYVERDİ’NİN ROMANLARINDA AŞKIN KARAKTER OLUŞUMUNDAKİ ETKİSİ


‘’Bence hayatta gâye ne muharrirlik ne sanatkârlık ne âlimlik, ne kâşifliktir. En büyük hüner, iyi insan olabilmektir.’’ Sâmiha AYVERDİ 

Giriş

Bildungsroman protagonistin karakter oluşumu ve kendini gerçekleştirmesini konu edinen bir roman tekniğidir. Wieland tarafından kaleme alınan ve 1766 tarihinde yayımlanan Agathon’un Hikâyesi (Geschichte des Agathon) Bildungsroman tekniğinde kaleme alındığı kabul edilen ilk örnektir.

Edebiyat teorisyenlerince Bildungsromanın ilk mütekâmil örneği Goethe tarafından kaleme alınan 1795 tarihinde yayımlanan Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları (Wilhelm Meisters Lehrjare) romanıdır. Bildungsroman, Almanca’dan Türkçeye oluşum romanı, eğitim romanı, gelişim romanı ve kendini gerçekleştirme romanı gibi farklı şekillerde tercüme edilmiştir. 

Aytaç’a göre Bildungsroman ‘’ Kahraman kültürle belirlenmiş bir çevrede öğrenme ve deneyimlerle düşünsel ve ruhsal yetileri yüksek karakterli ve uyumlu bir bütün oluşturacak şekilde geliştirilerek belli bir kültür idealinin gerçekleştirilmesini ister.’’ (Aytaç,1999) 

Bir Bildungsromanda protagonistin karakter oluşumu ve kendini gerçekleştirmesinin genel çerçevesi insan hayatının başlangıç ve sonu ile çizilir. Bu açıdan Bildungsroman kişisel bir hayatın ele alınış metodudur. Protagonistin karakter oluşumu çocukluğundan itibaren başlar ve hayatının sonuna ya da hayatına dair radikal bir seçim anına kadar devam eder. Standart bir Bildungsromanda olması gerektiğine dair bu genel kabul çerçevesi Bildungsromana dair modern yaklaşımlar ile yıkılır. Modern yaklaşımlar ile artık protagonistin karakterinin oluşumu ve kendini gerçekleştirmesini kronolojik bir yaş alışla değil, derin psikolojik/ruhî değişimlerle tamamladığı düşünülür. 

I.Bölüm

Yaşar’a göre, Ayverdi, eserlerinden ‘’sadece ikisinde içtimai meseleleri işlemiştir. Bunlar Yolcu Nereye Gidiyorsun ve Mesihpaşa İmamı, romanlarıdır. Diğer kurgusal eserlerinde Mevlâna ve Yunus Emre’nin düşüncelerinin ışığında tasavvufu ele almıştır.’’ (Yaşar, 2020) Ancak Bildungsroman teorisi perspektifinde Ayverdi’nin romanları tahlil edildiği takdirde Yaşar’ın tespit ettiği içtimai meseleleri işleme mevzusu Ayverdi’nin tüm kurgu eserlerine doğru çerçevesini genişletir. Selbman’a göre Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları’nı bir Künstlerroman yahut bir Erziehungsroman olarak düşünmeden önce bir Bildungsroman olarak düşünmek gerekir. Bir Bildungsromanın izahı ilk bakışta bu Künstlerroman ve Erziehungsroman tekniği arasında bir orta yol gibi gözüken yanılgıya sebep olur. Fakat Bildungsroman daima kendine has yapısıyla bu iki türün arasında farklılaşmasını bilir. Bu açıdan Selbman’a göre, bir Bildungsroman yapısı dolayısıyla deneysel bir tür olarak değenlendirilmeye müsaittir. Selbman, Werner karşısındaki genç Wilhelm’in tavrını Moretti’nin Wilhelm için belirlediği ana refleks olan anti-Robinsoncu ifadesini onaylar bir nitelikte yorumda bulunur. Selbman Wilhelm’in, Werner’in ona yönelik tüm planlarına karşı olarak çıktığı yolculuğun esasında burjuva hayatının terk edilişi olarak yorumlanması gerektiğini vurgular. Selbman’a göre, Wilhelm’in arzusu kişisel olgunluktur. Nitekim Wilhelm’in romanın sonunda bir sanatçı, bir tiyatro artisti olamaması romanın tamamen bir Erziehungsroman yahut Küntlerroman olarak değerlendirilmesini engeller. Bir Bildungsromanda kastedilen eğitim tam olarak roman kahramanının kendi tercihleriyle şekillendirdiği yaşamdan edindiği tecrübelerden ibarettir. Selbman’a göre ‘’Wilhelm ve Werner, birbirleriyle doğrudan ilişkili olan iki farklı yaşam ve Bildung kavramı oluşturuyorlar. (…) Burjuva ticari ahlakının Werner tarafından sakralizasyonu ve görünüşte burjuva karşıtı bir Bildung talebinin Wilhelm tarafından idealleştirilmesi birbirlerini şartlandırıyor.’’ (Selbman, 1994) 


Wilhelm’in yolculuğu roman boyunca bir hayat yolculuğuna dönüşür ve bu yüzden Wilhelm’in gayeleri her tesadüfte giderek muğlaklaşır. Wilhelm bir sanatçı olma yolunda yolculuğa çıkan bir kişi olmaktan ziyade sürekli tarihsel olanın karşısında çıkmasıyla bir arayışın içinde olan bir kişiye dönüşür. Boes’e göre ‘’Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları’’nda öznelliğin üretimi inkâr edilemez bir şekilde siyasal idealizmin soyut dünyasındansa tarihsel zamanın somut gerçekliğinde gerçekleştirilir. (…) Goethe, karakterin oluşumunu sosyopolitik bir ayaklanma eylemi yoluyla yeni kimliklerin anında yaratılabileceği bir geçici kopma hali olarak sunmak yerine, tarihsel süreçte geniş kapsamlı şekilde yapılandırılmış bir tasarı olarak sunmayı tercih eder.’’ (Boes, 2012, s. 62) Wilhelm, Kule Cemiyeti’nin ona sunduğu Çıraklık Belgesi’ni sunduğu anda sürekli babasının sesini işittiğini savlar. Babasının sesini daima ona maziyi hatırlatan bir imaj olarak işitir ve Wilhelm, kendini akustik halüsinasyonlar ile geçmişi ve şimdisi arasında bocalayan trajik bir varlık olarak algılar. 

‘’O görüntü, ‘Ben babanın ruhuyum’, dedi ve devam etti: ‘Senin için dediklerim, kendi tasarladıklarımdan da öte gerçekleştiği için huzurla ayrılıyorum. Dik yamaçlar sadece dolambaçlı yollarla aşılabilir. Düzlükteyse doğrudan yollar bir yerden diğerine gider sadece. Elveda; sana hazırladıklarımın keyfini çıkartırken beni hatırla!’ (…)‘’ 

‘’Wilhelm son derece etkilenmişti, babasının sesini duyar gibi olmuştu, ama yine de onun sesi değildi. Şimdiki zamanla geçmişin anısı arasında en karmaşık bir durum içindeydi.’’ (Goethe J. W., 2017) 

Boes, Wilhelm’in şimdi ve geçmiş arasındaki salınımını ulusal-tarihsel bilincin kurulumu çabası olarak değerlendirir. Boes’e göre, Bildungsromanın ilk ortaya çıkışından itibaren esnek bir yapıda olduğunu, uygulanabilir olduğunu ve normatif dizgede ele alınamaz olduğunu iddia eder. Bu açıdan bir Bildungsromanın işleyişi ulusal kimliklere bürünse dahi gene belli bir çatı altında kahramanların ulusal boyutta beraber yaşadıkları diğerleri ile birleşebileceği görülür. Bildung ediminde var olan insanı ve dünyayı bütünüyle anlama isteği dolayısıyla, bir Bildungsroman kahramanı, anlam arayışını ilk olarak içinde bulunduğu ulusal formu tanımaya doğru yapar. Fakat bununla tatmin olmayan kahraman, içinde bulunduğu ulusal formun benliğinde yarattığı açmazlardan kurtulmak için dünyada kendi trajedisine benzer bir trajedisi olanı aramaya başlar. Boes, ulusal formun parçalı yapısının benzer trajediler ile nasıl bütünleştiğine yönelik şu örneklemeler üzerinden açıklamalarda bulunur: ‘’Heinrich Lee (Yeşil Henry), ressam olmak için sarf ettiği bütün çabaları geride bırakır ve bir devlet memuru olmayı kabul eder; Hans Castrop (Büyülü Dağ), sınır hattının ötesine geçer ve muhtemelen Birinci Dünya Savaşı’nda cereyan eden ve tam olarak bilinmeyen bir çatışmada havaya uçurulur. Almanya’nın ötesinde de Fransız ve İngiliz Bildungsromanlarını incelediğimizde benzer bir görünüm göze çarpar; Julien Sorel (Kırmızı ve Siyah)’in hikayesi giyotinde sona erer; Tom ve Maggie Tulliver (Floss Nehrindeki Değirmen), nehirde boğulur; Madame Bovary, diğer pek çok kadın kahraman gibi ancak evlendikten sonra mental olarak olgunlaşmaya başlar; Pip (Büyük Umutlar)’in sosyal beklentilerden önce sosyal haklarından vazgeçmesi gerekir; Jude (Adsız Sansı Bir Jude)’u çocuklarını bir cinayete ve intihara kurban verdikten sonra sevgisiz bir evlilikte günlerini tüketir; Dedalus (Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi), tıpkı Hans Castrop gibi romanın sonunda birdenbire ortadan kaybolur.’’ (Boes, 2012) Bu açıdan Bildungsromana taksomik kategorilendirmeler üzerinden yapılan eleştiriler, Bildungsroman türünde yazılan romanların normatif bir ideal olarak ele alınamaması dolayısıyla olumsuzlanır. Boes’e göre bir Bildungsroman kahramanı mutlak bir surette bir şekilde ‘’devlet otoritesinden kesinlikle ayrılmak zorundadır.’’ (Boes, 2012) 

Ayverdi’nin romanlarındaki karakterler dönemin tüm maddiyatçı baskısına karşı manevi arayış halindedir. Bu halde de doğup büyüdükleri şehirleri ve ailelerini terk ederek taşraya doğru yola çıkarlar. Taşraya vardıklarında ise kendilerini teskin edecek mütevazı hayatlarını kurarlar. Yazarın perspektifinde yarattığı karakterlerinin taşraya kaçışının en büyük sebebi toplumsal ilişki ağı içerisinde aile müessesesinde yaşanan dejenerasyondur. 

Ayverdi, kendileriyle gerçekleştirilen bir röportaj esnasında sorulan ‘’Batılılaşmak, Çağdaşlaşmak, Uygarlaşmak gibi mefhumları nasıl karşılıyorsunuz?’’ sorusuna, şu cevabı verir:‘’Batılılaşmak, Çağdaşlaşmak, Uygarlaşmak gibi mefhumları nasıl karşılıyorsunuz?’’ sorusuna, şu cevabı verir: ‘’Batılılaşmak tabirinin tamamen aleyhindeyim. Batılılaşmaya lüzum yok; zamana uymak lazım. Batılılar bir kelime kullanırlar: Müşterik… Biz bir teşrih malzemesi miyiz ki masa üzerine yatırıp didik didik ediyorlar. Teşrih ve tespitleri de çoğu zaman, bir dini ve millî asabiyetin müdahalesinden kurtulamadığı için ters, sakat ve yanlış oluyor. Halbuki bizim bir müstağriblik hevesimiz ve davamız yoktur. (…) Uygarlaşmak bizim için mevzûubahs olamaz. Zira biz, tarih boyunca medeni bir millet olarak Türk devletleri kurduk. (…) Çağdaş ilme, çağdaş tekniğe evet, fakat yabancı ve gayri millî olan kültür emperyalizmine hayır.’’ (Ayverdi, 2014)  (Ayverdi, 2014) 

Görülüyor ki Ayverdi, Batılılaşma yahut topyekûn Modernleşme olarak ifâ edilen Türk toplum yapısındaki sosyal değişmeler ile Çağdaşlaşmayı birbirinden ayrı tutar. 

Türk aile hayatında ve hülasa Türk toplum yapısındaki değişimlerin epiganizm seviyesinde kalması afantaz durumu yaratır. Afantezinin ortaya çıkması ile birlikte Türk cemiyetindeki her fert, kendini müşterek olanda göremez hale gelir. Ve içinde bulunduğu cemiyet de kendini gelecekteki herhangi bir hamlede hayal edemez hale gelir. Ayverdi’nin romanlarında iki merkezi tema mevcut. Birinci merkezi tema epiganizm ile birlikte ortaya çıkan afantaz durum aşamasında baş karakterlerin cemiyetinin yaşadığı kendine dair körlüğü fark ederek özellikle metropol hayatından mekân olarak ve kendi iç yaşamına dönerek psikolojik olarak uzaklaşmasıdır. İkinci merkezi tema ise karakterlerin aşk dolayısıyla oluşumunu ve olgunlaşmasını gerçekleştirmesidir. 

Ayverdi, İlhami Karabıyık tarafından kendileri ile yapılan 1986 tarihli bir röportajında esas cehaletim maziden, gelenek ve görenekten bilinçsizce gerçekleştirilen kopukluk olduğunu izah eder ve Türk kadını ve ailesini şu şekilde tanımlar: ‘’Cehalet dedim. Eski kadının büyük çoğunlukla okuyup yazması yoktu. Fakat ona cahil demek, yanlış olduğu kadar iftiradır da. Zira eski kadın, kendisine medeni, vicdani e içtimai formasyonunu veren bir şifahî kültüre sahipti. Bunun neticesi olarak da memleket realitelerine aşina ve kelimenin tam manasıyla vatanın su katılmamış evladı, her hali, her tutumu, duygusu, düşüncesi, yaşayış ve hayatının bütünüyle yerli ve millî damgasını taşıyan bir varlıktı. (…) İşte ondaki bu yerli olmak üstünlüğü, yolunu çizer, doğruyu eğriden, selameti tehlikeden, zararı faydadan ayırt ettirir, böylece de ana-kadın çekirdeği etrafında örgütleşen aile müessesesi, içtimai bünyenin en küçük, fakat en sağlam ve yapısı hücresini teşkil ederdi.’’ (Ayverdi, 2014) 

Türk terbiyesinden geçmeyen yahut terbiyeyi küçümseyerek reddeden ve böylece millî ve yerli olma özelliğini yitiren olumsuz kadın tipine, Ayverdi’nin tüm romanlarında rastlamak farklı yönlerde mümkündür. Ayverdi’nin yukarıda ifade ettiği ‘’ana-kadın çekirdeği’’ meselesi ile şahit oluruz ki ailenin esas yapıcı ve kurucu unsuru kadındır. Bu kadın olumlu kadın tipi olarak kendine Ayverdi’nin romanlarında yer edinir. 

Ayverdi’nin Ateş Ağacı isimli romanında ekseriyetle büyük şehirlerde benimsenen olumsuz kadın tipi ile aile kurmak istemeyen bir karakterle karşılaşırız. Ateş Ağacı romanının baş karakteri Cemil isimli bir gençtir. Cemil, amcası tarafından yetiştirilmiştir. Ve Cemil, amcasının onun için müspet gördüğü hayatı yaşamak istemeyip kendi yolunu çizer ve Bursa’ya yerleşip bir köy öğretmeni olur. Cemil’in amcası, onun Avrupa’da yaptığı hukuk ve iktisat doktorasından sonra bir bankanın başına geçmesi ve siyasete atılması taraftarıdır. Romanda Cemil şöyle der: ‘’Ha bir köy hocası olmuşum, ha bir başvekil. Fakat asabi ve telaşlı görünerek neticede salonuna yeni ve canlı bir mevzu bulmuş olmak sevinciyle zevkli. Halbuki ben bu salonların, bu pespaye, bu sade suya mevzularla ömürlerini harcayan zavallıların arasından kaçmak için biçare amcamı bu kadar üzdüm.’’ (Ayverdi, 2016) Ayrıca amcasının Cemil için kendisinin uygun gördüğü bir izdivaç tasarısı vardır. Fakat Cemil, kendisi için uygun görülen bütün hayat standartlarından kaçar ve muhitini değiştirir. Cemil, şöyle der: ‘’Amcama, zengin gazetecinin kızını almayacağımı söylediğim gün, bana aynı vasıf ve seviyede birçok isimler daha saymıştı. Bunların hepsi de yabancı kültür kademelerinde yol almış, cetlerinin tarihi mirasına sırt çevirmiş kızlardı. Hasretini çektiğim idrakten öylesine uzaktılar ki, sermayesiz sermayeleri, fikri, hissi ve bediî kıymetlerinin yekûnundan daha ağır basmakta bulunuyordu.’’ (Ayverdi, 2016) Bu yüzden Cemil, izdivacını kendi arzusuyla teyzesinin kızı olan ve romanda olumlu kadın tipine bir örnek teşkil eden Kadriye ile gerçekleştirir. 

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu arasında yaşanan dönem bir akıl değişikliğinin yanı sıra bir ruh değişikliğinin de yaşandığı bir dönemdir. Esasında Tanzimat ile başlayan toplumsal değişimin yarattığı sancıların halk nezdindeki manası yeni bir ruhun kabullenişinin trajedisidir. Osmanlı Modernleşmesi, bir zümrenin istencinin belirlenmesiyken, Türkiye Cumhuriyeti’nin Modernleşmesi bir ilkesel modernleşme örneğini teşkil eder. Ayverdi’ye göre, Tanzimat hareketi en büyük olumsuz tesirini Türk aile müessesinde gösterir. Ailede baş gösteren bozulma giderek cemiyete sirayet etmiş ve cemiyet ile birlikte devletin devamını da tehlikeye düşürmüştür. Ayverdi’ye göre, Tanzimat hareketi akli derinleşmeyi başaramamış ve bu yüzden fikir ve kabiliyet açısından sathi bir seviyede donakalır. Ayverdi, Tanzimat hareketinin sathi bir seviyeden fikren derinleşeceği seviyeye doğru yükselemeyişinin sebebinin ıslahatı başlatacak ve sürdürecek düzeyde ‘’ilim ve araştırma zihniyetine sahip kadroların’’ (Ayverdi, 2014) yetiştirilememesi olduğunu düşünür. Bu yüzden Ayverdi’ye göre, Tanzimat hareketi ‘’gayeli ve şuurlu bir ıslahat’’ (Ayverdi, 2014) değildir. 

Özer, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Yaşam ve Moda isimli eserinde ailenin ve kadının toplumdaki konumunda yaşanan değişimin algılanışını şu şekilde ifade eder: ‘’Modernleşme süreci içerisinde değişen aile yaşantısında en büyük darbeyi aile büyüğüyle sembolize edilmiş otorite kavramı, eski gücünü yitirecek ve aile fertleri arasında bölüşülmeye başlayacaktı. Bu durum aile bireylerinin gündelik hayata karşı sorumluluk duygusunu artırmış aile bireyi yaşamını daha çok varlıklı aile yapısındaki kadınların yaşamında kendini göstermiş, geleneksel giyim kuşamın yerine moda olgusunun ön planda olduğu, bir çeşit süslenme biçimine dönüşmüştür. Böylelikle geleneksel aile otoritesi yani kültürel gelişmelerle aile fertlerinin özgürleşme süreci hızlanmıştır.’’ (Özer, 2014) 

Ayverdi’nin Batmayan Gün romanı Aliye isimli baş karakterin aşkı bulma yolunda oluşumunu gerçekleştirmesini konu edinir Ayverdi, Aliye’nin oluşumunu konu olarak merkezileştirirken Aliye’nin psikolojik düzeyde kaçındığı ve reddettiği birtakım sosyal meselelere söz konusu merkez etrafında değinir. Sosyal meselelerin merkez konu etrafında Batmayan Gün’de değinilmesinin esas nedeni merkez konuyu daha da görünür ve çarpıcı kılmaktır. Ayverdi romanlarında oluşum yolundaki baş karakterler, sosyal meselelerle kısıtlanmayan, oluşumu sekteye uğramayan karakterlerdir. Ve bu karakterler için sosyal meseleler bir tercih mevzusudur. Ateş Ağacı’nın Cemil’i, Batmayan Gün’ün Aliye’si, Yolcu Nereye Gidiyorsun?’un Adlî’si, Yaşayan Ölü’nün Leyla’sı, sosyal meselelerin oluşumunu gerçekleştirdiği karakterler değil, oluşumunu bizzat kendi tercihleri ile gerçekleştirmiş karakterlerdir. Söz konusu karakterlerdeki ortak refleks toplumun yıkılış ve kuruluş arasında yaşadığı trajedi dolayısıyla ortaya çıkan afantaz durumdan kaçıştır. Batmayan Gün romanının baş karakter Aliye, annesi tarafından babası Sezâî Bey’in nazarında ihmal edilmiş bir çocukluk geçirir. Annesi Fikriye Hanım ile Aliye, fıtrî olarak ve fikri olarak tamamen birbirine zıt karakterlerdir Fikriye Hanım, Aliye’nin yaşamındaki mana arayışını maddiyatçı bakış açısıyla küçümser. 

‘’Sezâî Bey, kızının zevklerine ve duygularına iştirak edememekle onların başkaları tarafından küçümsenmesine de tahammül edemezdi. Hemen karısına cevap verdi: 

-Fikriye, sen hiç o kütüphanenin, yazıhanenin içini açtın, orada gizli olan güzelliklerden istifade ettin mi? Biz Aliye ile kırmızı döşemelere bakmaya gelmiyoruz. O güzellikleri bulup çıkarıyoruz. 

Sezâî Bey kızını, müdafaa etmekle karısını büsbütün kızdırmıştı. Fikriye Hanım, öfkesini gizlemeye lüzum görmeden kocasına cevap verdi: 

-Ben deli miyim ki ölmeden kendimi tozlu kağıtların içine gömeyim? Hayat beni çağırıyor; yaşamak istiyorum. Sen bu köhne düşüncelerinin içinde boğul kal! Aliye zaten doğduğu günden beri kimseye benzemeyen bir mahlûktur; hele İstanbul’a geleli bir hal oldu. Tam hayatın bitmez tükenmez zevklerini sürecek bir çağda nedir bu hal? Anlamıyorum vesselam. 

Fikriye Hanım’ın boyalı yüzü, hiddetten büsbütün kızarmıştı.’’ (Ayverdi, 2017) 

Geleneksel toplum yapısından modern toplum yapısına geçmek için Batı’dan alınan ve epigoninin ötesine geçemeyen Batılılaşmaya karşı Ayverdi, cüz’î-küllî olanın eşitsizliğinin tarafındadır. Ayverdi, Yaratıcı Hürriyet ve Aile başlıklı yazısında ‘’tabiat, insan esaretinin aleyhindedir.’’ (Ayverdi, 2018) der. Ayverdi’ye göre tabiat içinde insanlık his ortaklığı sebebiyle bir yapı olma özelliği taşır. Fakat bu özellik terbiye edilmediği sürece his vahşiliği çerçevesinin dışına çıkamaz. Ve bu çerçevenin dışına çıkamaması dolayısıyla da cemiyet içinde ve insanlık dahilinde yıkıcı bir faktör haline gelir. Ayverdi’ye göre, ‘’insan tabiatında öfke ve gazap vardır. Ayaklanmak üzere, bir köşede fırsat bekleyip uyuklar. Şayet onu şahsi bir mesele dürtüp ayağa kaldırırsa, o adam gazabının esiri demektir. Ama aynı öfke, kütle menfaati ve prensip uğruna şahlandığı takdirde, mukaddestir, ulvidir. Hür doğmuş olan insan, kendini, kendinde gizli ve mevcut olan iç kuvvetlerin emrinden kurtaramadığı, beşerî hassalarına hâkim olup onlara söz geçiremediği müddetçe ister ilim ister sanat ister teknik veya devlet adamı olsun, ne zaman ve nasıl patlayacağı belli olmayan bir sürprizli bombadır ki, bir an iyilik yaparken, ednâ bir tahrikle, kötülük, yapmaktan da geri kalamayacak olan zavallı bir esirdir.’’ (Ayverdi, 2018) Ayverdi’ye göre, insanı his esaretinden kurtarıp ona hakiki hürriyetini kazandıracak olan geleneksel aile terbiyesidir. Fakat modernleşmeyle birlikte geleneksel fikir hayatına dahil edilen şüphe, gündelik hayatı da şüpheli hale getirir. Ve böylece geleneksel toplum yapısında kendine yönelik sadece bir afantaz durum meydana gelir. 

Yolcu Nereye Gidiyorsun romanının baş karakteri Adlî’nin gözünde ailesi Batı karşısında tam bir epigani halindedir. Adlî, bir gün kız kardeşi Jale’nin ucunda Napoleon’un atlı figürünün bulunduğu bir kolyesi olduğunu fark eder ve şöyle der: ‘’Ben Napoleon’u tarih sahifeleri arasında takdir edebilirdim; fakat şu anda kardeşimin boynunda bunun yerine kendi toprağımın bir çakıl taşı olmasını, bin kere tercih ederdim.’’ (Ayverdi, 2013) Ayverdi, böylece bir milletin gündelik ve fikir hayatındaki özlerinden koparılması için nasıl işgal edildiğini gözler önüne serer. 

Ayverdi romanlarında baş karakterler daima oluşumlarının son merhalesi olan aşkı arayacak ve bulacak istidada çocukluklarından itibaren sahiptirler. Bu karakterlerin çevresine nazaran daha makul tabiatları vardır. Ve fikirleri çevresinin bütün maddiyatçılığı karşısında mana üzerindedir. Batmayan Gün’ün Aliye’si, annesi Fikriye Hanım’ın ona uygun gördüğü izdivacı ve hayatı reddeder ve tamamen aşka dönük bir hayatı kendi iradesi ile tercih eder. Aliye’nin bu tercihi, Ateş Ağacı’nın Cemil’inin tercihine benzer. Aliye’nin oluşum yolculuğuna çıkmasında en büyük etkenlerden biri dedesi İrfan Paşa’nın tabloları -ki içlerinden en önemli olanı Aşk ve Bakış isimli tablodur- ve özlü sözleri ve fikirlerini kaydettiği defterleridir. Defter tutarak zihni ve hissi terbiye metoduna Ayverdi’nin romanlarında sıkça rastlanır. Ateş Ağacı’nın Cemil’i, Yolcu Nereye Gidiyorsun’un Adlî’si, İnsan ve Şeytan’ın Şevket’i oluşumlarında payesi olan defterler tutarlar. Tutulan bu defterler esasında muhit içerisinde dış hayattan, iç hayata karakterler tarafından planlanan psikolojik kaçık planlarıdır. 

Yolcu Nereye Gidiyorsun? romanının baş karakteri Adlî, ‘’bir Tanzimat münevveri’’ olarak tanımladığı babası Asaf Bey’in akşamları kendi gibi münevver, mütefekkir dostlarıyla gerçekleştirdiği toplantı sonrası etrafa saçılan ve üzerinde felsefi ve edebi sözlerin bulunduğu kâğıt parçalarını toplayarak bir defter meydana getirir. Adlî, bu yöndeki teşebbüsünü şu şekilde anlatır: ‘’Hemen her gece fikir, sanat, tasavvuf ve bilhassa edebiyat adamlarının toplandığı bu odayı, sabahları uşak derleyip toplamadan evvel dolaşmak ve sigara paketlerinin arkalarına, gazete kenarlarına, kâğıt parçalarına yazılıp bırakılmış mısralar, vecizeler, felsefi sözler bulursam alıp saklamak adetimdi.’’ Yaşar, romanda geçen bu sohbetlerin ise toplum formasyonunda önemli bir işlevi olan Osmanlı toplumundaki ‘’selamlık meclisleri’’ nin bir temsili olduğunu vurgular. (Yaşar, 2020) 

Bay, Osmanlı toplumunda başlayan ve Türkiye’nin kurulmasıyla da devam eden toplumsal değişimin düalist bir yapıda kök saldığını düşünür. Bay’a göre: ‘’Osmanlı toplumunun farklı yörelerde farklı derecelerde olsa da geleneksel yapısı çözülüyordu. Bir yandan da geleneksel kültür varlığını etkin şekilde muhafaza ediyordu. İşte bu ikili kültür etkisi biri yeniliğe Avrupalılığa, diğeri Şarklılığa ve gelenekselliğe meyleden alafranga-alaturka olarak isimlendirilen kültürel bir hayat ortaya çıkarmıştır.’’ (Bay, 2018) 

Ayverdi’nin romanlarındaki karakterler düalist kültürel hayat kategorileri olan alaturkalığın ve alafrangalığın birer temsilcisidirler. Olumlu bakış açısıyla verilen karakterler ‘’alaturkalık’’ın temsiliyken, olumsuz bakış açısıyla verilen karakterler alafrangalığın temsilcisidirler. 

Yolcu Nereye Gidiyorsun? romanının esas konusu Adlî’nin oluşumu (Bildung)dur. Adlî’nin çocukluktan itibaren anlatılmaya başlanan oluşum hikayesi Adlî’nin aşk için yaptığı fedakârlık ile sona erer. Adlî, anne-baba sevgisi, şefkati ve ilgisinden mahrum olduğu bir çocukluk geçirir. Özellikle çocukluğun ilk oluşum aşaması olarak ele alındığı Bildungsroman örneklerinde çocukluk çağında karakterler anne ve babadan yahut herhangi birinden yoksundur. Dickens’ın David Copperfield romanında baş karakter, anne ve babasını çocukluğunda kaybeder ve üvey babası tarafından yatılı okula gönderilir, şiddete maruz kalır. Yolcu Nereye Gidiyorsun?un Adlî’si de öz anne ve babası tarafından Galatasaray’a yatılı okumaya gönderilir. Adlî, aile içinde sürekli sözlü, psikolojik şiddete maruz kalır. Adlî’nin babası hakkındaki düşünceleri şu şekildedir: ‘’Genç yaşından itibaren Şark şimendiferlerinin muamelat şefi olan babam için, cemiyet ve aile telakkileri de gene, Tanzimat inkılapçılığının bir kopyası idi. Uzun senelerini yabancı bir müessesenin cereyanları içinde geçiren babamın her hissinin üstünü, bir parça olsun, Frenk gölgesi perdelemişti. Gerçi bu yüzden birçok Avrupalı dostlar edinmiş, hususi hayatını bunlarla bir hayli şâşaalandırmıştı. Fakat bu melezleşmiş görüş ve duyuş sebebiyle de eskiden, tarihten gelen necip, soylu hisleri zayıflamış, sakatlanmış ve yaşama yolunda daima iki zıt fikrin çalkantısı ortasında kalmıştı. İşte ben alabildiğine ihmal edilirken, kardeşlerin babamın bu Avrupaî görüşüne uygun bir sistemle terbiye edilmekte idiler.’’ (Ayverdi, 2013, s. 15) 

Ayverdi’ye göre Tanzimat ile birlikte projelendirilen sosyal değişim hamleleri arz-meskûnun terki için atılan adımlardır. Bu adımların fert ve cemiyette sosyal değişim namına yarattığı tahribat hamlecilerin dahi sonun getirmiştir. Tanzimat’ın yıkıcı etkisinin cemiyette en çok hissedildiği müessese ailedir. Hatta en sonunda Tanzimat münevverleri dahi ‘’aile yıkılıyor efendiler!’’ (Bay, 2018) diye haykırmışlardır.

II.Bölüm

Aytaç Alman Edebiyatında Aşk Konusu başlıklı yazısında aşkın Alman edebiyatında işleniş ve ele alınış şekillerini Bildungsroman örnekleriyle bağdaştırarak şu tespiti yapar: ‘’Alman edebiyat tarihinde aşkla eğitim, aşkla kültür arasında adeta organik bir bağ görülür. Bildungsromanda aşk yaşantısı, bir olgunlaşma deneyimi olarak yer alır. Aşk, adeta bir kitaptır!’’ (Aytaç G. , 2009) 

Bildungsromanın Alman edebiyatı dışındaki diğer ulusal edebiyatlarda işlenişi Bildung kavramının sınırları içerisinde birtakım problemlere aranan sorunlardan ibarettir. En başta Bildung’un dil harici herhangi bir sınır içerisinde düşünülememesi Bildungsromanın bir ulusal alegori olarak algılanmasına engel olur. 

Türk romanında Bildungsroman örneklerine bilinçli bir teknik seçim olmasa dahi rastlanır. Misailidis’in Temaşa-ı Dünya ve Cefakâr u Cefâkeş romanın baş karakteri Aleko Favini’nin doğumundan itibaren başlayan hayat hikayesi kapsamına Favini’nin oluşumunu da dahi eder. Favini’nin eğitimi, terbiyesi, meslek seçimine yönelik endişeleri, nihayetinde meslek seçimi, toplumuyla özdeşlik kurma çabaları, dünyayı yolculukla tanıyarak insanlıkla özdeşlik kurma çabaları ve sürekli Kandidvari bir şekilde takındığı iyimserliği ile roman bir Bildungsroman örneğidir. Eser Türk romanındaki ilk Bildungsroman örneğidir. İlk olarak Yusuf Kâmil Paşa’nin 1862 tarihinde Fransızcadan Türkçeye çevirdiği Fénelon’un Telemak’ı bir Bildungsroman örneğinin Türkçeye ilk çeviridir. 

Golban, Bildungsromanın bireyin var oluş deneyimlerini ele alması, bireyin oluşum ve olgunlaşmasına odaklanması dolayısıyla tek bir ulusa endeksli bir tür olamayacağını ve bu yüzden Bildunsromanın ‘’katı veya statik bir alan’’ (Golban, 2018) olarak değerlendirilemeyeceğini savunur. 

Aytaç Modern Alman edebiyatının ilk mütekamil Bildungsroman örneğinin Wieland’ın Agathon’un Hikayesi olduğunu söyler. Agathon roman boyunca aşkın madde ve mana yönleriyle tanışıp olgunlaşır ve oluşumun bu tanışıklık yoluyla gerçekleştirir. Aytaç’a göre ‘’Agathon’un hikayesi çok farklı felsefeleri, aşk yaşantısı yoluyla tanıyıp olgunlaşması, bilgeliğe ulaşmasıdır: Aşk böylece Bildungsromanın temel öğesi niteliğinde işlenmiştir.’’ (Aytaç G. , 2009) 

Ayverdi’nin romanlarında baş karakterin hikayesi adeta bir aşk yolculuğu, bir aşka yolculuktur; karakterin oluşumunun esas etkeni aşktır. Ve Ayverdi’nin romanlarında baş karakterin aşkı bularak oluşumunu gerçekleştirmesi herhangi toplumsal meseleyle sekteye uğratılamaz ve engellenemez. Çünkü toplumsal meseleler bir Bildungsromanda karakterin oluşumu tamamlayacağı esas nedine sunamazlar. Nitekim Goethe’nin Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları’nda karşımıza çıkan Fransızlaşma karşıtlığı Ayverdi’nin romanlarında karşımıza Batılılaşma karşıtlığı olarak çıkar. Bir Bildungsromanda toplumsal meseleler merkez konunun çevre şartları olmanın dışında bir özelliğe sahip değildir. Bir Bildungsromanda karakterin oluşumunu gerçekleştirmesinin yegâne sebebi oluşuma yönelik duyduğu istençtir. 

Yavuz, Nefs Terbiyesi ve Enkrateia başlıklı yazısında ‘’Nefs terbiyesi, Flaubert’in duygusal eğitimi (education sentimentale) değil elbet! Ama bir tür gönül eğitimi olduğu da açık. Gönlün, Allah’ın dışında aşırı derecede sevip bağlandığı ne varsa, hepsinden vazgeçmesi! Bu anlamda nefs’in terbiyesi, masivadan vazgeçmektir; Allah’tan başka her şeyden uzak durmaktır!’’ (Yavuz, 2014) der. 


Flaubert’in Duygusal Eğitim’i sadece Bir Delikanlının Hikayesi olarak kalması ve bu noktadan sonra kurgunun baş karakterin oluşuma giden bir gelişmeyi vermemesi romanın yetkin bir Bildungsroman örneği olup olmaması konusunda tartışmalara neden olur. Fréderic Moreau’nun gerek toplumsal meselelerin akışından yaşadığı karakterindeki sarsıntılar, gerekse aşka sadece dönem mantalitesiyle yaklaşımı, bir Bildungsromandan istenen çerçeveyi çizemez. Moreau sürekli ahlaki açıdan gelgitler yaşar ve romanın sonunda olgunluğa sadece yaşı dolayısıyla ulaşır. Romanda Monreau’nun yaşadığı ruhi gelgitler genel olarak şu perspektif içerisinde anlatılır: ‘’Siyasal gevezelikler ve iyi yiyecekler delikanlıdaki ahlak duygusunu uyuşturmaktaydı. Bu adımlar gözüne ne kadar bayağı görünürlerse görünsünler, onları tanımakla övünç duyuyor, içinden burjuvaların itibarını kazanmayı geçiriyordu. Madam Dumbreuse gibi bir metres kendisine bu olanakları sağlayabilirdi. Bunun için ne gerekiyorsa yapmaya girişti.’’ (Flaubert, 2016) Bu yüzden Moreau’nun yaşadığı aşk deneyimleri sadece sathi düzeyde kalan ve oluşumunda hiçbir katkı sağlamayan birer gönül yakınlıklarından ibarettir. Moretti’ye göre Duygusal Eğitim bir Bildungsroman olarak kabul edilecekse öncelikle Bildungsromanın sona erdiğini yahut reenkarnasyon geçirdiğini kabul etmek gerekir. Bu yüzden Moretti’nin gözünde ‘’Moreau, Wilhelm’in solmuş bir avatarından başka bir şey değildir.’’ (Moretti, 1987) 

Ayverdi’nin romanların aşk iki biçimde ele alınır. Bunlar, beşerî aşk ve ilahi aşktır. Ve bu iki aşk biçimi karakterin oluşumundaki birer aşamadır. Esas aşamayı ilahi aşk oluşturur; beşerî aşk, geçici bir aşamadır. Beşerî aşkın karakterin oluşumundaki fonksiyonu esas aşama olan ilahi aşkın farkındalığının sağlanmasıdır. Bu yüzden karakterler ilk olarak beşerî aşk aşamasında ve ilahi aşk arasında bocalarlar ve nihai olarak da ilahi aşk aşamasında karar kılarlar. 

Bayram, Şeyh Galip’in Hüsn û Aşk mesnevisini Bildungsroman tekniği açısında değerlendirdiği makalesinde Aşk’ın oluşumunu şu şekilde izah eder: ‘’Hüsn ü Aşk’ta, baş kahraman Aşk’ın Kalbı Diyarı yolculuğuna ve nihayet orada manevi olgunlaşmasını tamamlamasına kadarki gelişmeler sırayla anlatılmıştır. Bu süreç içinde Aşk, hep bir manevi ilerleme kaydetmiş ve sonunda kemale ererek hakikati kavramıştır.’’ (Bayram, 2007) Ayverdi’nin romanlarındaki temel yapı, mesneviye ait yapı özelliklerin taşır. Bu açıdan Bayram’ın Hüsn ü Aşk’ın yolculuğunu ele aldığı Bildungsroman veçheleri Ayverdi’nin romanlarında temel yapı özelliği olarak karşımıza çıkar. Ayverdi’ye göre tasavvuf ‘’bir kendi kendini arayış’’ (Ayverdi, Bağ Bozumu, 2017) tır. Bildungsroman karakterlerini oluşum hikayeleri de bir arayış halini anlatır. Bildungsroman karakteri arayış halindedir fakat ne aradığını tam olarak da bilemez. Aradığını da ne çıktığı yolculuklarda ne toplumuyla ne de girdiği herhangi bir toplulukta bulur. Bir Bildungsroman karakterin istediği yalnızca kendi olarak var olmaktır. 

Ayvazoğlu, Ayverdi’nin romanlarında aşkı merkezi bir konu olarak belirleyişini şu şekilde ele alır: ‘’Tanzimat’tan sonra edebiyatımızda aşk konusunun klasik mesnevilerde ve aşk hikayelerinde işlendiği biçimiyle ele alan tek romancı Sâmiha Ayverdi’dir. Özellikle ilk romanlarında bir bakıma mesnevi geleneğiyle Avrupa romanı arasında bir köprü kurmayı denemiştir.’’ (Ayvazoğlu, 2017) Ayverdi’nin mutasavvıf kimliği romanlarına aks eder. Ayverdi romanlarında hayata ve insanlığa tasavvufi açıdan bakan karakterleri işler. 

Ayverdi’nin romanlarında baş karakter aşkın mahiyetini ekseriyetle bir mentor (mürşid) ile tanıştıktan sonra idrak eder. Mentor aşkı karaktere çeşitli eğitimler sonucu öğretir. Ancak Mentor sayesinde baş karakter ile aşk arasında ruhi açıdan muvazeneli bir birlik sağlanır. Mentor aşkın hem anlatıcısı bir kişi hem de aşkın bizatihi kendisi olabilir. Baş karakterin aşkı bulması ve aşkı bularak oluşumunu tamamlamasına yardımcı, yol gösterici mentorün bizatihi bir kişi olarak yer aldığı romanlar şunlardır: Batmayan Gün’de Prof. Kerim Bey (K.) ve İrfan Paşa, Yaşayan Ölü’de Çelebi, Yolcu Nereye Gidiyorsun’da Cem Bey. 

Batmayan Gün’ün baş karakteri Aliye, Prof. Kerim Bey ile tanıştıktan sonra aşkın insanın olgunluk ve oluşumunda oynadığı rolü idrak eder ve bu durumu şu şekilde dile getirir: ‘’Kerim Bey, içinden çıkamadığım hilkat muammasını şu kısacık cümlelerle izah etti: Hilkatten maksut insan, insandan maksut da mana! Mana da ancak, ruh tasfiyesiyle hasıl olabilir ki, bunu da ele getirecek aşktır! dedi.’’ (Ayverdi, 2017) 

Ayverdi’nin romanlarında kurguda çatışma ve çözülüş daima tasavvufi öğelerle gerçekleşir. Karakterlerin bireyleşme, olgunlaşma ve nihai olarak oluşumundaki temel etkenlerden biri ilahi uyanış halidir. Karakterler ilk olarak beşerî aşk aşamasındadırlar ve çocukluklarından beri çevresindeki kişilerden oldukça farklı bir haletiruhiyeye sahiptirler; oluşum aşamasındaki karakter daima çevresindeki maddiyatçı tutumlara karşı çıkar ve çevresinin insanın mana yönüne yönelik uyarmak ister. Karakterlerdeki ilahi uyanış hali mentor ile tanıştıktan sonra yaşanır ve bu tanışıklıkla beraber oluşum süreci başlar. 

Sayar, sufî psikolojisinde mentor ile tanışmanın bireyleşme yolundaki karakterde yarattığı değişimi şu şekilde izah eder: ‘’Bir üstatla ilişki, yola yeni koyulan kişiye yeni bir oluş duygusu verir ve onda yeni bir bilinç geliştirir. Bu sonucun ortaya çıkması için iki şart gerçekleşmelidir: 1. İtiraf, 2.Üstadın kılavuzluğuna sadakat. İtiraf, yola çıkan kişinin yaşantılarını, korku ve kaygılarını dile getirmesidir. Üstat bu itirafa kılavuzluk ile cevap verir ve ona eğer bu ıstıraptan kurtulmak istiyorsa hangi yolu tutması gerektiğini gösterir.’’ (Sayar, 2017) 

Ayverdi’nin, aşkın öğretici ve yol gösterici olduğu romanlarında ilahi uyanış hali itiraf sürecidir. İtiraf anı çok sonraları farkına varılan gerçek aşkın açığa çıkma anıdır. İnsan ve Şeytan’ın baş karakteri Şevket hayatını işi ile evi arasında kurmuş, iş hayatına ve meslek itibarına aşırı derecede düşkün bir operatör doktordur. Şevket’in hayattaki tek gayesi mesleğinde elde ettiği şöhreti muhafaza etmektir. Şevket’in işten eve, evden işe kurduğu hayat rutini ona kendini dahi unutturur. Romanın açılışı bu unutuşun anlatımıyla şu şekilde yapılır: ‘’Biraz evvel koridordan geçerken kendimi boy aynasında gördüm. Halbuki her gün birçok defa aynı yerden geçtiğim ve gene her gün bir ayna karşısında tıraş olduğum, giyindiğim halde, kendime alıcı gözü ile bakmamış yahut gündelik ihtiyaçlarımın makineleşmiş devamı içinde bu yüzü hemen görmeden geçmişim ki, çok zamandır karşılaşmadığım bir kimseye yahut bir yabancıya bakar gibi, hayalimi uzun uzun seyrettim.’’ (Ayverdi, İnsan ve Şeytan, 2015) 

Ayverdi’nin romanlarında karakterler olumlu ve olumsuz tipler olarak ele alınır ve adeta birbirlerinin birer kontratıdırlar. Olumlu kadın karakterler, yapıcılık, olduruculuk ve aile içerisinde sulh buluculuk misyonerleri ve gelenek ve göreneğinden kopmamış, eğitiminin ve terbiyesinin bir ayağını şifahî kültürden alam, millî şuurunu yitirmemiş ana-kadın kavramının birer temsilcisidirler. Yolcu Nereye Gidiyorsun’un Adlî’si romanda piyano çalmaktan başka bir işle meşgul olmayan annesinin kendisine karşı ilgisizliğinden dolayı annesinin ana-kadın vasfı taşıyan bir anne olmasını ister. Adlî şöyle der: ‘’Pedagojik zaruretler karşısında vazifeleri sahnesinden çekilen ana, daha ne zamana kadar yerini, yabancı kültüre terk etmeye razı olacaktı? Keşke benim anam tamamıyla cahil bir kadın olsaydı; zira bilgisiz, fakat görgülerine ve şifahî kültürüne sadık anaların evlatları, bazı noktalarda eksik kalsalar bile, Türk olarak yetişiyorlardı. Garba hasret çekip özenecek kadar münevverleşmiş olanlarınki ise yaldızlı, süslü fakat esas noktaları bozuk, melez ve illetli olarak ürüyordu.’’ (Ayverdi, 2013) İnsan ve Şeytan’ın Şevket’i ise bir ana-kadın olan karısı İsmet’in hayatında oynadığı rolü şu şekilde tasvir eder: ‘’Karım, hayat sahamın pürüzlerini temkinli ve bilgili elleriyle düzelten, hazırlayan büyük kadın, benim için bu varlık aleminde en, en kutsi mesnettir. Onun asil, dürüst ve ağırbaşlı şuuru, beni en genç yaşımdan itibaren sevk ve idare etmiştir. Karım, bir yandan temkinli, iradeli bir zevce ve iyi insan vasfı ile bana ve cemiyete karşı vazifelerini yaparken, manevi bir temizlik ile de kendine karşı mükellef olduğu bir takım insanlık borçları bulunduğunu söyler ve hayatın bir türlü cereyanına zıt ve muhalif rüzgarına rağmen, etrafını, bu sığındığı kaleden seyreder ve hiçbir kuvvetle dışarı sürüklenmez. Doğrusunu söylemek lazım gelirse, onun bu deruni hayatına pek seferim yoktur; zira benim gibi işi vaktine sığmayan meşgul bir adam, bu görünmeyen cihanın kapısı önünde nasıl nöbet bekler? Daha doğrusu niçin bekler, orada ne vardır ve orası neresidir.’’ (Ayverdi, 2015) 

Ayverdi’nin romanlarında olumsuz birer örnek olarak verilen karakterler, Batılılaşmaya maruz kalmış, hayata madde ve maddiyatçı cepheden bakan, fikirleri yüzeysel ve daima çıkarları doğrultusunda hareket ederler. 

İnsan ve Şeytan romanından olumsuz birer örnek olarak verilen karakterler, Sûrûrî Bey, Ferhat, Muhtar, Malike ve Lale’dir. Muhtar, İsmet’in erkek kardeşidir. Şevket’e göre Muhtar bir züppedir. Malike Muhtar’ın karısı; Lale, Muhtar ve Malike’nin kızıdır. Ferhat, Şevket’in yeğenidir ve Şevket tarafından adeta kendinin bir minyatürü olacak şekilde yetiştirilmiştir. Ferhat, giyim kuşam ve lükse düşkün biridir ve düşkünlüğü israfa varacak derecededir. Ferhat’ın hayatı kıyafet modası ve günün her türlü modası etrafında döner. Şevket’e göre Ferhat zeki, çalışkan ve güzeldir. Şevket, el üstünde tuttuğu Ferhat ile Güzin’in evlenmesini ister fakat Güzin, ruhen kendine yakın bulmadığı Ferhat ile evlenmek istemez. Romanın sonlarına doğru Şevket, Lale’ye âşık olur ve Lale için karısı ve çocuklarını terk eder. Romanın sonunda Şevket, düştüğü yanılgılar üzerine şöyle itirafta bulunur: ‘’Bu kadın öldüğü için esef ediyorum, onu hâlâ beğeniyorum, belki de seviyorum. Gerçi onunla düştüm, fakat gene onunla yükseliyorum. O öldü; fakat eğer ben benden ölmeseydim, bu ölümle ondan kurtulamaz, bu ölüm beni kendi şeytanımın elinden kurtaramazdı. Onunla rezaletin her türlüsünü işledim; lâkin artık geriye dönüş ve tövbe ile de geçirilecek vaktim yok. Zira beni, bilmediğiniz, tanımadığınız, belki de asla görüp öğrenemeyeceğiniz bir zevk dünyası bekliyor. Uzakta değil, içimde, benliğimde, kendimde! Bu kadını mesul tutmuyorum; nihayet onun suçu, yüzümdeki şeref peçesini insafsızca çekip alması olmuştur. Fakat ideal bir adam zannedildiğim zamanlarımda yüzümü örten bu peçenin altındaki hayvani çehreyi a yaratmamış, o icat etmemiş, ancak o bulup çıkarmıştır.’’ (Ayverdi, 2015) Ayverdi’nin romanlarında karakterlerdeki oluşum öncesi farkındalık hali, ilahi takdirle gerçekleşen olaylar sonucunda meydana gelir. Şevket’in yanılgısı kendini beğenmişlik ve şöhret budalalığıdır. Lale’nin vazifesi Şevket’in bu yanılgının farkına varmasını sağlamaktır. Nitekim romanında vazifesi sona eren Lale vefat eder. Şevket, aşk vasıtasıyla oluşumunu tamamlar ve böylece kendini beğenmişlik ve şöhret budalalığından benliğini arındırır. 

Ayverdi’nin romanlarına Bildungsroman perspektifinden bakıldığında Yolcu Nereye Gidiyorsun’un dışında çocukluktan itibaren kronolojik bir şekilde ele alınan oluşum durumunun işlenmesine rastlanmaz. Diğer romanlarında ise karakterlerin çocukluk dönemi geri dönüşler ile anlatılır. 

Bildungsromanda aşk karakterin oluşumdaki esas konudur. Bunun nedeni, aşkın diğer bütün dışsal belirlenimlerden uzak kişisel bir deneyim olmasıdır. Baş karakter aşk dolayısıyla bir gönül eğitiminden geçer. Gönül eğitimi karakter aşk hayatına yönelik olgun seçimler yapana değin devam eder. Oluşum birbirine zıt aşk deneyimleri yoluyla sağlanır. İlk olarak aşk karşısından acemi olan ve tamamen dış görünüşün cazibesiyle seçimler yapan karakter, gönül eğitimi sonucunda aşkın mahiyetini ve manasını anlayarak ruh eşini seçecek düzeye gelir. 

Ayverdi’nin Son Menzil romanında işlenen konu, İnsan ve Şeytan romanı ile benzerdir. Romanın baş karakteri Haşim, bir ressamdır. Ressam Haşim olarak anılan karakter, romanda şu şekilde tasvir edilir: ‘’Ressam Haşim için sakin bir hayat düşünülemezdi. Zira hareketlerinde, fikirlerinde, istek ve hislerinde daima aşırı bir hadde varmış, daima ifrata kaçmıştı. Belki bu yüzden çok yüksek bir sanatkâr olmuş fakat belki gene bu yüzden hiç mesut olamamış, sükunun, muvazene ve itidalin zevkini hiç tatmamıştı. Haşim, düz ve arızasız bir hayat istikameti takip edecek yaratılmışlardan değildi. Bazı bazı kendisini ya lahuti yüksekliklerin veyahut nasuti bataklık ve süfliyetlerin beklediğini düşünürdü. Çok defa diliyle sakin, serin ve kolaylıklı bir hayat temenni etmesine rağmen hisleri ve hareketleriyle zorluklara, yorgunluklara, ıstırap ve elemlere fıtri bir meyil ve düşkünlük gösterirdi. Hayatta feraset gösterdiği nokta, kendisinin ham ve yavan olduğunu kabul etmesi ve bunu çok defa itiraf etmesiydi.’’ (Ayverdi, 2018) 

Batmayan Gün’de İrfan Paşa, Son Menzil’de Ressam Haşim, Okçu Bahaeddin, tiyatro aktristi Seniha ve tiyatro artisti Sîret, Yaşayan Ölü’de tezhip ve hat sanatçısı Gerçek Çelebi, Ayverdi’nin romanlarındaki sanatçı ve zanaatkâr karakterlerdir. 

Yetiş, Son Menzil’deki bazı karakterler hakkında şu tespiti yapar: ‘’Son Menzil romanında Ali Feyyaz, Okçu Bahaettin madde ile manayı hayatlarında öylesine birleştirmişlerdir ki her iki tarafın dikkatine batacak, yadırganacak bir anlayış ve davranışları yoktur. Hele Ali Feyyaz kendisini iyice saklar, Yazarımızın bu tür kahramanları hayatın içindedirler.’’ (Yetiş, 2016) 

Son Menzil romanının baş karakteri Ressam Haşim’in olgunlaşmasında çevresindeki insanların onu telkin ve teskin edici konuşmaları büyük oranda etlidir. Ressam Haşim’in oluşumun Melek’e duyduğu aşk vasıtasıyla gerçekleşir. Seniha, Aziz ve Okçu Bahaeddin, Ressam Haşim’in fikir hayatında manayı idrak etmesinde ve maneviyatı tanımasında etkilidirler. Romanda Türlü bir meczup tipidir. (Meczup tasavvuf literatüründe Allah yolunda cezb olunmuş kişi anlamına gelir.) Romandaki yan karakterlerin hepsi baş karakterin oluşumundan ziyade olgunlaşmasında rol oynarlar. Okçu Bahaeddin, Ressam Haşim’e bir sohbetleri esnasında şöyle der: ‘’İnsan kalıplı cesedi ve kalıpsız ruhu ile müştereken hareket ederek bir işi başarıyor, mesela şimdi sen benimle konuşuyorsun ve konuşurken de kalıplı olan varlığını görüyor, kalıpsız olan manamı göremiyorsun. Nasıl ki bir sümbülü elimize alıp bu sümbüldür; bu da kokusudur, diye birini bir tarafa birini öteki tarafa ayıramıyorsak, insan da cesedini gösterebiliyor, ruhunu, cevherini gösteremiyor. Şu hâlde iman denen esrarı ben sana nasıl elimle tutup göstereyim.’’ (Ayverdi, 2018) 

Ayverdi’nin romanlarında sanatın işlevlerinden biri, sanatçının kendinden üstün bir kuvvet olan esas sanatçının eserlerinin ortaya çıkması için seçilen bir vasıta olduğunun anlatılması işlevidir. Benlikleriyle fazla meşgul olan sanatçı karakterler oluşum ve olgunlaşmaları sonucunda egoist tavırlardan, sübjektivitelerinden sıyrılarak birer olgun ve gerçek sanatçı haline gelirler. Sanatın diğer bir işlevi olgun bir sanatçının elinden çıkmış bir eser vasıtasıyla hakiki sanatçının yeryüzünde hakiki güzellik olan aşkı görünür kılmasıdır. 

Sanatçının sübjektivitesinin sağlayıcısı ve kuvvetlendiricisi olan şöhreti Ayverdi, bir afet olarak görür. Ayverdi’nin şöhret hakkındaki düşünceleri şu şekildedir: ‘’Biz insanların unuttuğumuz bir gerçek de şöhret hırsının ve ikbal şehvetinin bir afet olduğu kaziyesidir. Öyle ki dünyanın ikbal tacını giymiş nicelerini şöhretleri canlarından etmiş ve bu afetin kahrı kılıcı ile yok olup gitmişlerdir.’’ (Ayverdi, 2002) 

Ayverdi’nin romanlarında şöhretin bir afete dönüştüğü yer, şöhretin sadece daha çok kişi tarafından tanınma ve kabul görme olarak algılayan karakterlerin ruh dünyalarıdır. Ayverdi’ye göre hakiki şöhret daha çok kişiye sağlanan hizmet ve fayda dolayısıyla elde edilen sevgidir. Ayverdi, bu hususta şu şekilde örneklendirir: ‘’Bir gün doktor eniştemiz, dairesinin hizmetine bakan zenci Nur Sabah Bacı’ya: Bana baksana bacı… ‘Ben Paşa olursam bir daha seni karşıma çıkarmayacağım’ dediğinde Bacı: Beyim, sen paşa olamazsın. Boşuna umma… Ben Paşa olursam, sana bir kadife ferace, bir de menekşe iğne alırım diye gönlümü hoş et ki, ben de sana dua edeyim… Sakın bir Arap’ın duasından ne olacak diye gariplerin duasını hor görme. Ben bir garip kul parçasıyım, ama Allah garip kulların gönlündedir,’ diye kesip atmıştır.’’ (Ayverdi, 2002) 

Ayverdi’nin romanlarında sanat eserinin işlevi hakiki sanatçı olan Allah’a ulaşma ve Allah’ın seçtiği sanatçı vasıtasıyla aşk karşısında kişiye müşahede imkanını tanımasıdır. Bu yolla karakter hem estetik hem de manayı tanıma yolunda tasavvufi bir eğitimden geçer. Batmayan Gün’ün Aliye’si büyükbabası İrfan Paşa’nın Tefekkür, Aşk ve Bakış, Secde Eden Kadınlar, Ders Çalışan Mektepli, O ve Ben isimli tablolarıyla estetik sezişini ve güzel karşısındaki idrakini kuvvetlendirir. Aliye İfran Paşa’nın not defterleri ve tablolarının karakterinde yarattığı olgunluk emarelerini babasına şu şekilde izah eder: ‘’Bildiğim bir şey varsa ne sen ne de annem, ruh hayatıma bir istikamet verdiniz. Sen sadece rahatımı ve sıhhatimi düşündün. Disiplinli bir hayat içinde yalnız sistemli ve müspet bir zihni terbiye verdin. Fakat maddenin mekanik hududunu aşmadın, bu suretle de ruhi bünyemin teşekkülü hasıl olmadı. Böylece de yalnız bilginin sathında kaldım. Kazandığım bu sermaye ile hayatta bir mevki sahibi olabilirim; fakat bir insan olamam. Ruhumun şu eksik, çürük çarık simasını, İstanbul’a gelip de büyük babamın dünyası ile karşılaştığım zaman gördüm. Evet onun görüş ve inanışlarındaki olgunluk müspet ilimler kulesini öylesine sarstı ki, bu çatlakların arasından kendi varlığı yüz gösterdi.’’ (Ayverdi, 2017) Aliye’nin büyük babası İrfan Paşa’nın defterlerinde sıklıkla bahsettiği ve Aşk ve Bakış tablosunda resmettiği kişi Aliye’nin oluşumunda ona yol göstericilik ve eğitmenlik yapan Prof. Kerim’dir. Prof. Kerim Bey’e göre aşk insanın karakterini oluşturan ve ona insanlığını bahşeden esas nedendir. Prof. Kerim Bey, Aliye’ye şöyle der: ‘’Senin aşkın, dünyada mı başlamış ki dğnyada bitsin? İnsan nerede olsa kendi manasıyla beraberdir. Nitekim İrfan Paşa bu dünyadan çekildi; fakat benim hayatımdan çekilmedi. Fazla olarak bana kendi torununu gönderdi. Kendi manasını taşıyan, manasına varis olan şu vücuttan kendini gösterdi. Değişen şekildir; ruh ve asıl değişmez Aliye… İnsan servetini, mülkünü, evladını, şerefini, hasılı dünyadan bulduğu bütün varlıklarını, hatta zamanı kendi maddi heyetini de kaybeder. Fakat manasını, gerçek hüvviyetini, aşkını asla! Gece olduğu zaman güneş kaybolmamış, dünyanın öteki yüzüne geçmiştir.’’ (Ayverdi, 2017) 

Ayverdi’nin romanlarında oluşum yolculuğuna çıkan karakterlerin ekseriyeti çevresinden farklı ve başlangıçtan itibaren belirli olgunluk seviyesine sahiptir. Bu açıdan Bildungsroman perspektifinde Sâmiha Ayverdi romanları tahlil edildiği vakit görülecektir ki merkezi konu olgunluk değil, oluşum (Bildung)’dur. 

Son Menzil’in Ressam Haşim’i ‘’Okçu gibi sakin, karakterli uyanıklığa sahip olmamakla beraber, dünyaya tam gafil olarak gelmişlerden değildi. O gafiller ki ruhu, biyolojik ve fizyolojik terkiplerin vücuttaki letafet ve imtizacından hasıl olmuş bir hayvani canlanma kabul ederlerdi.’’ (Ayverdi, 2018) Batmayan Gün’ün Aliye’si, Yolcu Nereye Gidiyorsun?’un Adlî’si çevresinden ruhi açıdan farklı bir karakterler olarak betimlenir. 

Ayverdi’nin romanlarında baş karakterler beşerî aşk aşamasında kalmakta tatmin olmazlar, şahsiyetine uygun olan aşkın beşerî aşk olmadığını anlar ve ilahi aşka doğru ruhi anlamda bir yükseliş yaşarlar. Beşerî aşk aşamasındaki karakter daima adeta Goethe’nin tabiriyle Ruh Akrabaları’nın ararlar. İlahi aşk aşamasında karakter kendine ruhen akraba kabul ettiği diğer kişi ile bütünleşir ve böylece aşkın gerçekleştirdiği oluşum tamamlanmış olur. Ateş Ağacı’nda Cemil ile Madam Juliette Maurin, Aşk Budur’da Meryem ile Yusuf, Batmayan Gün’de Aliye ile Prof. Kerim Bey (K.), Son Menzil’de Ressam Haşim ile Melek, Yaşayan Ölü’de Ayşe ile Ekmel Haydar birer ruh akrabalarıdırlar. 

Weiner’e göre ‘’sufî bakış açısından ruhsal gelime, kişinin sınırlı bireysel perspektifini fark edip yaratılışındaki bütün düzeylerin zenginliğini kavrayarak bunu araştırma isteği duymakla olur. Bilincin dört yönüyle ilgili teknikler vardır: kozmik boyut, içe dönük boyut, aşkın boyut ve yaşarken uyanış. Kozmik boyut, bilincin genişliği ile ilgilidir ve her şeyin bir parçası olma duygusudur. İçe dönem, bilinci etraftaki şeylerden uzaklaştırıp devam etmedir. Aşkın boyut, yaşamın ötesini kavramadır. Bu durumda, ikilik duygusu, birleşmiş bir durum olarak aşkınlaşır. Yaşarken uyanış ise, birinin ilahi yaratılışındaki yaratıcılıkla ilgilidir.’’ (Weiner, 2017) 

Ayverdi’nin romanlarındaki baş karakterler bir bütünün parçası olduğunu hissederek arayışa yönelir; çevresindeki olaylara, insanlara ve insanlığa karşı sathi düzeyde fikir yürüten insanlardan uzaklaşır fakat ruhen kendine yakın bulduğu kişilerle daima irtibat halinde kalır. Arayışının aşk olduğunu bir mentor aracılığıyla yahut aşkın bizatihi kendisi vasıtasıyla öğrenir. Aşkın öğrenilmesi ise bir itiraf ve uyanış halidir. İtiraftan ve uyanıştan sonra karakterin oluşumu tamamlanır. Görülüyor ki Ayverdi’nin romanlarındaki baş karakterin oluşumu Weiner’in yukarıda belirlediği tekniklerine kısaca sufî bakış açısına göre gerçekleşir.

Kaynakça

Aytaç, G. (1999). Genel Edebiyat Bilimi. İstanbul: Papirüs Yayınları 

Aytaç, G. (2005). Edebiyat ve Kültür. Hece Yayınları. 

Aytaç, G. (2009). Edebiyat Yazıları. Ankara: Phonix Yayınları. 

Ayverdi, S. (2002). Hey Gidi Günler Hey. İstanbul : Kubbealtı Neşriyatı. 

Ayverdi, S. (2013). Yolcu Nereye Gidiyorsun? İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı. 

Ayverdi, S. (2014). Hatıralarla Başbaşa. İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı. 

Ayverdi, S. (2014). Kaybolan Anahtar. İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı. 

Ayverdi, S. (2014). O da Bana Kalsın. İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı. 

Ayverdi, S. (2015). İnsan ve Şeytan. İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı. 

Ayverdi, S. (2016). Ateş Ağacı. İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı. 

Ayverdi, S. (2017). Bağ Bozumu. İstanbul : Kubbealtı Neşriyatı. 

Ayverdi, S. (2017). Batmayan Gün. İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı. 

Ayverdi, S. (2018). Millî Kültür Mes'eleleri ve Maârif Davamız. İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı. 

Ayverdi, S. (2018). Son Menzil. İstanbul : Kubbealtı Neşriyatı. 

Bay, A. (2018). Klasik Osmanlı Ailesi ve Değişim 1839-1923. İstanbul: Kriter Yayınevi

Bayram, Y. (2007). Bildungsroman Örneği olarak ''Hüsn ü Aşk''. İlmi Araştırmalar,  s. 7-28. 

Flaubert, G. (2016). Dugusal Eğitim. (C. Süreya, Çev.) İstanbul: İletişim Yayınları. 

Goethe, J. W. (2017). Wilhelm Meister'in Çıraklık Yılları. (F. G. GERHOLD, Çev.) İstanbul: Alfa. 

Golban, P. (2018). A History of the Bildungsroman: From Ancient Beginnigs to Romanticism. England: Cambridge Svholars Publishing. 

Moretti, F. (1987). ’The Way of The Word The Bildungsroman in European Culture. London: Verso. 

Moretti, F. (2015). Burjuva: Tarih ile Edebiyat Arasında. (E. BUĞLALILAR, Çev.) İstanbul: İletişim Yayınları. 

Özer, İ. (2014). Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Yaşam ve Modası. İstanbul: Truva Yayınları. 

Sayar, K. (2017). Sufî Psikolojisi. İstanbul: Kapı Yayınları. 

Selbman, R. (1994). Der deutcshe Bildungsroman. Stutgart-Weimar: Verlag J.B.Metzler. 

Weiner, D. (2017). Aşkın İşlevi ve Psikoterapi: Bir Sufî Perspektifi . K. Sayar içinde, Sufi Psikolojisi. İstanbul: Kapı Yayınları.

Yaşar, H. (2020). Sâmiha Ayverdi'de Bazı Sosyal Meseleler. Publications. Ankara: İksad Publications.

Yavuz, H. (2014). İslam'ın Zihin Tarihi: Bir Müslüman Aydının İslam Üzerine Düşünceleri . İstanbul: Timaş Yayınları.

Yetiş, K. (2016). Romancı Olarak Sâmiha Ayverdi. Yetkin, S. K. (1972). İstanbul: Hülbe Yayınları. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

N’OLA Kİ BU ORTODOKSLUK? ECE AYHAN’IN ORTODOKSLUKLAR’I ÜZERİNE

 GİRİŞ İkinci Yeni şiiri, şiirde anlamı düzyazıdan olabildiğince uzaklaştırmak isteyen, bundan dolayı da şiirde dizeden ziyade kelimeye yoğunlaşan bir poetik duruşa sahip bir akımdır. Cemal Süreya, ‘’Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı.’’ der. Bilindiği üzere bir kelimenin anlamı, bir bağlam içerisinde kullanıldığı zaman geçerlidir. Kelime ise, bağlamı dışında anlamsızdır. Fakat İkinci Yeni şiiri, birbirinden bağımsız, anlamsız kelimeleri kullanır. Böylece yerel ve bir bakıma da evrensel eski şiir anlayışının mısraya dayalı yapısına karşı çıkar. Alışılmış sözdiziminden uzaklaşır, bağlama dışsal olan kelimelerin kullanımını tercih eder. Yukarıdaki açıklanan yeni şiir düsturunu İkinci Yeni şiiri içerisinde hiç şüphesiz en uç biçimde kullanan şair, Ece Ayhan’dır. Ece Ayhan’ın şiiri eleştirmenlerce, şaşırtıcı, kapalı ve anlamsız olarak yorumlanır. Ece Ayhan ise, poetikasına yöneltilen bütün bu eleştirileri bertaraf edecek şekilde şiirinin hermetik olduğunu söyler. Ece Ayhan iç

ÖLMÜŞ BİR KADININ EVRAK-I METRUKESİ’NDE ÖEDİPAL KARMAŞA

Pöpüler aşk romanlarının yazarı olarak tanınan Güzide Sabri, " Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi’’ nde yasak aşk konusunu ele alır. Romana oldukça otobiyografik öğeler adapte eden yazar, romanda romantik olana temayül eden son derece hassas, kırılgan bir kadının hatıralarını kaleme alır. Romanın ilk baskısının yapıldığı tarihteki hâkim edebi bakış açısı romanın üslubunda ve yazılma nedeninde etkili olan başat unsurlardan biridir. Güzide Sabri, genellikle romanlarını aşk acısı çeken ve bundan dolayı ölüme mahkûm edilen karakterler etrafında şekillendirir. Bu açıdan ‘’Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi’’ nde yazarın külliyatında bir devamlılık sağlar. Ancak roman, yazarın diğer romanlarına nazaran psikolojik arka planın toplumsal olanla bağdaşımının en yoğun yaşandığı romanıdır. Romanda aşk acısı çeken, annesiz ve babasız büyümüş bir kadının toplumsal olana karşı bir benlik inşa etme süreci verilir. Fakat bu süreç toplumsal düzlemde sürekli olarak kesintiye uğ

TÜRK EDEBİYATINDA BİR FLÂNEUR İZLEĞİ OLARAK YUSUF ATILGAN'IN AYLAK ADAM ROMANI ÜZERİNE BİR DERLEME

"Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım." (Nilgün Marmara-Defterler) Giriş Flâneur bir kent gezginidir.En ücra köşelerine kadar metropolü arşınlar ve modern hayatın bütün görünümlerini müthiş bir aşkla gözlemler,ayıklar ve hafızasının arşivine kaydeder.Kalabalıklarda barınır,kalabalıklarla nefes alıp verir,kalabalıklara mest olur,tebdil-i kıyafet gezer.Kimse onu fark etmez; o ise herkesi fark eder.  İnsan sarrafıdır.Modern hayatın kahramanlarını o seçer.Ve kahramanları aynı zamanda yoldaşları olur.Flâneur kılıktan kılığa girerken onda erimez,aksine her defasında bireyselliğini yeniden pekiştirir.Bir dedektif gibidir,kalabalığın peçelediği izleri sürer. Flâneurün meziyetlerini 19.yüzyılün Larousse Ansiklopedisi de takdirle kaydeder; gözleri fal taşı gibi açık,kulağı kiriştedir.Kalabalıkları sürükleyen şeylerle ilgilenmez; derdi bambaşkadır, rastgele işittiği bir laf sayesinde akla hayale gelmeyecek bir kişiliği hayat onun önüne seriverir. Tıpkı karşılaştığı s