Ana içeriğe atla

N’OLA Kİ BU ORTODOKSLUK? ECE AYHAN’IN ORTODOKSLUKLAR’I ÜZERİNE


 GİRİŞ

İkinci Yeni şiiri, şiirde anlamı düzyazıdan olabildiğince uzaklaştırmak isteyen, bundan dolayı da şiirde dizeden ziyade kelimeye yoğunlaşan bir poetik duruşa sahip bir akımdır. Cemal Süreya, ‘’Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı.’’ der. Bilindiği üzere bir kelimenin anlamı, bir bağlam içerisinde kullanıldığı zaman geçerlidir. Kelime ise, bağlamı dışında anlamsızdır. Fakat İkinci Yeni şiiri, birbirinden bağımsız, anlamsız kelimeleri kullanır. Böylece yerel ve bir bakıma da evrensel eski şiir anlayışının mısraya dayalı yapısına karşı çıkar. Alışılmış sözdiziminden uzaklaşır, bağlama dışsal olan kelimelerin kullanımını tercih eder.

Yukarıdaki açıklanan yeni şiir düsturunu İkinci Yeni şiiri içerisinde hiç şüphesiz en uç biçimde kullanan şair, Ece Ayhan’dır. Ece Ayhan’ın şiiri eleştirmenlerce, şaşırtıcı, kapalı ve anlamsız olarak yorumlanır. Ece Ayhan ise, poetikasına yöneltilen bütün bu eleştirileri bertaraf edecek şekilde şiirinin hermetik olduğunu söyler. Ece Ayhan için hermetiklik, bütün dış etkilerden korunmuş şahsi bir şiirin yaratımı anlamına gelir.

Ece Ayhan’ın kullandığı şaşırtıcı, hermetik ve her ne kadar anlamlı görünse de anlamsızlığı da imleyen kelimelerden biri olan Ortodoksluk, Ece Ayhan için, gündelik dilde sertlik, tutuculuk, baskıcı kişilik ve yobaz oluş, gibi çeşitli anlamlara gelir. Fakat kelime, Ece Ayhan’ın şiir dilinde, tarihi, siyasi, psikolojik, sosyolojik ve özellikle edebi birçok boyut kazanır.

1968 tarihinde yayımlandığı günden itibaren ‘’Ortodoksluklar’’, eleştirmenlerce kendini okura en fazla kapatan, hermetikleşen, yani sıkılaşan şiirleri ihtiva eder. Soysal, ‘’Ortodoksluklar’’ı şu şekilde tanımlar:

‘’Bir uç deney; belli bir seyrelme; lirizmin yer yer kasılması; imge kurgusunun olağanüstü yoğunlaşması; anlatıdan çok, kimi tarihsel anlatılara gönderme; kapalılığın artması, dilin koyu maddesinin daha çok ortaya çıkması, anlamdan arta kalarak anlamı kırması, bitmemiş kılması.’’

Ece Ayhan, şiirlerinde kullandığı birçok imgeyi, alışılmış olanın tersine okunuşu olarak güçlü kılar. Talihi, tarihi, bireyi kendi siyasal, psikolojik ve sosyolojik bağlamından uzaklaştırarak ayrık kılmak ister. Ece Ayhan, şiiri ile bütüncül anlatının dışında duran biricik anlatılar var etmek ister. Bu yüzden şiirinde en çok kullandığı kelimelerden biri ilençtir. Şairin ve şiirin, bütünün ilençlerine maruz kalan lanetliler olduğunu seçtiği imgeler ile vurgular. Ece Ayhan’ın şiiri, daima toplumun ötekileştirdiğini anlatmaya yönelir. Bireyselleşmeye, hayata bir şekilde tutunmaya çalışan ötekilere adeta şiirleri ile bir sığınak kurmak ister. Şairin öz yaşamıyla da paralellik kuran ötekiye karşı gösterilen bu hassasiyet, Ece Ayhan’ın şiirinin kurgusunu belirleyen en önemli merkezi görüşlerden biridir.

’Ortodoksluklar’’ın ötekileri ise, Batı uygarlığının emperyalist müdahalesi karşısında sömürülen, fakirleştirilen, yani kısaca ötekileştirilen Anadolu halkıdır. Türk’ün, Rum’un, Ermeni’nin Anadolu sahasında Batı emperyalizmi karşısındaki konumları ve tarihi ve anlatısal birliktelikleri, Batı emperyalizmi karşısındaki ötekilikleri bağlamında ele alınır.

ECE AYHAN ‘’ORTODOKSLUKLAR’’ İLE NE DEMEK İSTER? 

‘’Türkçe Sözlük’’e, ‘’Meşru kilisenin resmi kilisenin kararlarına uygun öğreti ve düşüncelerin bütünü.’’ ve ‘’Doğu Hıristiyan kiliseleri tarafından sürdürülen, Yunan ve Slavların çoğunun benimsediği mezhep’’ anlamları ile karşılığı verilmiş olan Ortodoksluk, Jusdanis’e göre tarihte kullanılan ve bir yanı ile Anadolu’nun bir tanımı haline de gelmiş olan Rum tabiri ile hemen hemen eş değerdedir. Jusdanis’in beyan ettiği üzere, modern anlamdaki millet kavramı ile Osmanlı Dönemi’ne gönderme yapılan millet kavramı ise, farklı anlamlara gelirler.

Ortodoksluk açısından Jusdanis’in modernleşme bağlamında yaptığı çözümlemeler, ‘’Megali İdea’’ ve ‘’Helenizm’’ arasında paylaştırılan ve pekiştirilen birleşimlere ve karşıtlıklar içerir. Jusdanis, çözümlemelerinde özellikle, 1789 Fransız İhtilali ve Balkan Modernleşmesini merkeze alır.

Özellikle, Pre-modern dönem olarak nitelendirebileceğimiz dönemde, Osmanlı Devleti’nin Klasik Bürokrasi uygulamalarından Modern Bürokrasi uygulamalarına geçişte aktif rol oynayan Fenerli dragomanların , modern zamanlara kadar devam eden Ortodoksluk tanımlamasındaki değişimlere olan etkilerine dikkati çeker.

Jusdanis’in Ortodoksluk tanımlamaları kendini giderek Yunanlılaştırmaya doğru biçimlendirir. Jusdanis’in bu biçimlendirmelerindeki en temel etkenler ise ulus devletlerin ortaya çıkış süreçlerinde din, ekonomi ve özellikle de edebiyatın oynadığı rollerdir. Sosyal Bilimciler tarafından, ulus devletlerin ortaya çıkış süreçleri ulusal bilincin açığa çıkışı olarak çoğunca değerlendirilir. Fakat bu süreçlerin dahilinde Balkan milletlerinin ulusal bilinç kazanmaları, içsel bir ulusal tepkiden ziyade dışsal bir emperyalist etki dolayısıyla gerçekleşir. Kısaca ulus devletlerin ortaya çıkışlarını, bir uluslaşma sürecinin dışında, merkezi Batı Avrupa’nın bir uluslaştırma projesi olarak yorumlamak gerekir. Zira uluslaştırma demek, esasen alt anlamıyla modernleştirmedir ve modernleştirmenin bir proje olduğu genel kabule daha uygun düşer.

Jusdanis’e göre, 1829 tarihinde ‘’Yunan Devrimi’’ ile gerçekleşen, Yunanlıların Osmanlı Devleti’ne karşı kazandıkları bağımsızlıklarının sağlayıcısı salt Yunan entelijansiyasının fikirleri değil, Helenizm menşeili merkezi Avrupa ile yakın temasları bulunan ve tam bağımsızlığı savunan Yunan entelektüeller tarfından dışlanan düşünürlerin modernleşme fikirleridir. Jusdanis’e göre Helenizm menşeili yürütülen modernleşme stratejilerinin amacı, ‘’Yunanistan’ı Avrupa’ya bağlama projesinin parçası’’ dır. Jusdanis’in altını özenle çizdiği ‘’Yunanistan’ı Avrupa’ya bağlama projesi’’, Avrupalının zihninin soyut düzleminden, yürütüğü emperyalist tavır ile somut düzleme aktarılır. Jusdanis’e göre Batı Avrupa’nın amacı, Osmanlı yönetiminde kaldığı süre zarfında bastırılmış (antik) Yunanlı kimliğini açığa çıkarmaktır. Batı Avrupa’nın bu hususu bir proje olarak değerlendirmesinin arkasında yatan sebebi makalemizin başından bu yana izleklerini sürdüğümüz Jusdanis’in ‘’Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür’’ isimli çalışmasından yaptığımız şu iki alıntının söz konusu bahsi pekiştireceği kanaatindeyiz:

‘’Avrupalılar bütünüyle klasik Hellas’a ilişkin ideal bir imgeden ilham alıyorlardı; o yüzden gönüllüler Yunan anakarasına ayak bastıkları zaman Yunanlıların doğulu alışkanlıkları olduğunu ve antik geleneği neredeyse hiç umursamadıklarını görünce büyük bir hayal kırıklığına uğradılar.’’

‘’Avrupalı gezginler Osmanlı İmparatorluğu’nun Yunanca konuşulan bilgelerine 1750’lerden sonra gelmeye başladılar, ama modern Yunanlılarla değil antik anıtlarla ilgileniyorlardı. (...) Bu gezginler ziyaretleri sırasında karşılaştıkları Yunanlıları görmezden gelemiyor ve sık sık onlarla antik Yunanlılar arasında kıyaslamalar yapıyorlardı. Çoğu Yunanlılara hâlâ değersiz, kötü ve yalancı insanlar gözüyle baksa da bazıları Yunanlıların kendilerinin hayatı ve âdetleriyle ilgilenmeye başlamıştı.’’

Görülüyor ki, Batı Avrupa’nın Balkan Modernleşmesinde oynadığı rolde Yunanlılara yoğunlaşmasının özel bir nedeni var. Batı Avrupa için, antik Yunan kültürü halin dönüştürülmesi gereken bir ülküdür. Batı Avrupa, antik Yunan’a dönüşü tarihi içerisinde birçok defa tecrübe eder. Rönesans’taki antikiteye dönüş, dönemdeki özellikle kuzey İtalya’dan batı İspanya’ya ve güney İspanya’dan İtalya içlerine yayılan Kilise dışındaki Katoliklerin ‘’öze dönüş’’ü ve Endülüs Sufilerinin felsefi açılımları ile sekteye uğrasa da Aydınlanma Dönemi’nde nihai olarak hedefine ulaşır. Batı Avrupa, kendine felsefede kurucu metin olarak Antik Yunan Felsefesini ve edebiyatta Antik Yunan Edebiyatı’nı seçer. Bu yüzden Balkan Modernleşmesinde Batı Avrupa’nın Yunanlılara takındığı tavır, Sırplar ve Bulgarlara takındığı tavırdan farklı ve ayrıcalıklı bir tavırdır. Ve bu kapsamı şimdiden genişletmek gerekirse, bağımsızlıklarını kazanan ilk millet olan Yunanlılara nazaran Osmanlı Devleti’ndeki diğer ekalliyetlere, modernleşme ve bağımsızlık bağlamında Batı Avrupa’nın destekçi olmaya pek gönlü olmamıştır.

Batı Avrupa’nın Helenizm idealinden kaynaklanan, diğer Balkan milletlerine nazaran, Yunanlılara takındığı bu ayrıcalıklı tavır, İstanbul Patrikliği tarafından, içerisinde barındırdığı seküler iddialar gerekçesiyle desteklenmez. İstanbul Patrikliği için, doğululuktan arındırılmış bir Yunanlı ideali, Ortodoksluktan koparılmış bir Hıristiyan ruhu anlamına gelir. Böylece Batı Avrupa’nın Yunanlılaştırma projesi, ilk zamanlar İstanbul Patrikliğinden bulamadığı desteği, başka yollardan elde etmek ister ve bunun için tüccarlara baş vurur. Tarihte Helenizm ile Kapitalizmin el ele verdiği en güçlü an, işte bu andır. Tüccarların himayetinde yürütülen söz konusu proje, giderek güçlenir ve gücünün doruğunda bölgesel Ortodoks kiliselerine kapital sağlar. Kapitalin ve kapital sahiplerinin devreye girmesiyle Helenizm, milliyetçilik ile idealden ideolojiye dönüşürken, Ortodoksluk da dinde ‘’katılık, sertlik, dogmatiklik’’ tanımlamalarını ihtiva eder hale gelir. Böylece Ortodoksluk, Doğu Avrupa ve doğululuk sınırlarına geri çekilirken, Yunanlı oluş Avrupalılaşmış olur. Helenizm, bir öze dönüş ise, Ortodoksluk bir geriye dönüştür. Ortodoksluk, Slav ve Rum topraklarını ima ederken, Yunanlılık Avrupa demek, haline gelir. Ve böylece Batı Avrupa karşısında modernleşme yahut Batılılaşma karşıtı Batı Avrupa’nın elde edemediği Hıristiyani bir iç-Doğu ortaya çıkar. Bu elbette modernleşme tarihinde ve Doğu’nun ve doğululuğun yahut modernleştirmenin sınırının nerede başladığı hususunda kafa karışıklığı yaratır.

Gürbilek, ‘’Doğu’nun Cinsiyeti’’ başlıklı yazısında Doğu’nun cinsiyetinin bazen Batı’nın cinsiyeti karşısında tekâmül etmiş yaşlı aklın sahibi, bazen de ruh ve madde karşıtlığında sezgisel olması dolayısıyla çeşitli görünümler alır; aklın sahibiyken erkek, sezgisel olan olarak düşünüldüğündeyse dişidir. Gürbilek, Batı karşısında Doğu’nun erkek pozisyonunda düşünülmesi ve Batı’nın dişi pozisyonunda düşünülmesi dolayısıyla ilk dönem Türk romanında yer alan erkek karakterlerin batılı olma eğilimlerinin ‘’efemineleşmek’’ olarak yorumlanmasını gerektiğini vurgular. Ancak düşünce sistemleri içerisinde aklın eril bir nitelik taşıdığının iddia edilmesi, akıl sahibi Batı’nın karşısında sezgisel Doğu’yu dişileştirir ve Doğu’yu Batı’nın bir tahakküm nesnesi haline getirir. Batılı emperyalist devletlerin Doğu topraklarını döllemek için gerçekleştirdiği işgaller, Batı’nın hem haz doyumunu sağlamış hem de karnını doyurmuştur. Jusdanis’in görüşlerine geri dönmek gerekirse, Yunan toprakları da batılı için dişi imge düzeyindedir. Fakat Yunan topraklarının dişilliğinin zaptı Batı’nın gözünde tanrıça Athena’nın dünyaya geri getirilerek ete kemiğe büründürülmesi olarak pekâlâ düşünülebilir. Gürbilek’in medeniyetler arasındaki ilişkilere cinsiyet temelli bu bakış açısı, Doğu’nun dişi olarak yorumlandığı durumlarda, Türk entelijansiyasının Batı’yı aklıdan ziyade tavrı taklit edilecek bir rol model olarak benimsediği görüşüne yönelir. Gürbilek’in bu bakış açısına göre, Batı karşısında Doğu’nun erk yitimine her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti’ne gidilen süreçte ve kuruluşunun ilk yıllarında bu duruma karşı çıkan entelektüellerin olmasının batılının ve batılılığın karşısında tamamen erki geri kazanıcı bir duruştan ziyade, ilk dönem Türk romanındaki ‘’efemineleşmeye’’ bir tepki olmaktan öteye gidemediği vurgulanır. Elbette Doğu, ‘’efemineleşme’’ bağlamında Gürbilek’in izleklerinde Doğu eril olmaklığıyla değişime karşı çıkan ‘’baba’’ imgelemine eş değerdedir. Doğu’nun sonraları dişi fakat ‘’ana’’ pozisyonuna getirilmesi ve böylece Batı’nın ‘’oğul’’ olarak düşünülmesi, Freudyen bakış açısının kıskacında ve fallus merkezli herhangi bir yorumlama da Doğu’ya geri bir erk yani güç kazanımı sağlamaz. Gürbilek tarafından, Doğu’nun Batı’nın gözündeki konumu, çift taraflı erk yitiminden dolayı bir yetkinleşememe problemi olarak da yorumlanır. Gürbilek, bu durumu ‘’müebbet çocukluk’' olarak görür.


Ece Ayhan’ın şiirlerinde Doğu ve Batı, kendilerini güçlü imgelerin arkasına saklar. Doğu ve Batı’nın cinsiyet merkezli yorumlanmalarındaki kâh Batı’nın kâh Doğu’nun erkek, kâh Batı’nın kâh Doğu’nun dişi olarak yorumlanmasındaki gelgitten doğan açmaz, Ece Ayhan’ın şiirlerinde en baskın şekilde iki cinsin de tek bir vücutta bir araya getirilmesiyle çözülür. Ne döllenmesi gereken kadınlar ne de ölümsüz olmak için üremek isteyen erkekler söz konusudur. Ece Ayhan’ın şiirlerindeki ‘’çocuklar’’ toplumsal cinsiyete ve eril tahakküme baş kaldırıcı şekilde konumlanırlar. Doğu ile Batı’nın ‘’fuhuş’ ’undan doğan bu çocuklar, aynı zamanda Doğu-Batı ilişkisinin yeniden yorumlanması, ana ve babanın günahının çocuğa yüklenmemesinin gerekliliğini akla getirir.

Ece Ayhan’ın ‘’Ortodoksluklar’’ında yer alan bazı dizelerde Doğu, salt kendi imgeleriyle birlikte dişileştirilmiş yahut efemileştirilmiştir. Fakat Ece Ayhan’ın genel amacı, Doğu’yu ve Batı’yı cinsiyetsizleştirmektir. Ece Ayhan’ın doğusu, Ortodoks Bizans’ı da kapsar. Burada Jusdanis’in Ortodoksluk söyleminde Yunanlılığın ayrışarak Ortodoksluğun doğululuğu temsil edişine dikkat çekmek gerekir. Ece Ayhan, ‘’Ortodoksluklar’’da bu durumu, ‘’Doğuya dönük notaları. Ortodoks gibi düşünüp Osmanlı gibi şakımıştır.’’ şeklinde ifade eder.

Ece Ayhan için de Ortodoksluk’un yazgısı tıpkı Jusdanis’in görüşlerine benzer şekilde doğulu olmaktır. Bu yüzden Ortodoksluk şiirlerinde, kendisini Batı’ya doğru düşmanca, Doğu’ya doğru dostça açımlar. Batı’nın emperyalist politikalarının günümüze dek uzanan etkileri, gelişmemiş, gelişmekte olan ve az gelişmiş toplumlarda öznel ve nesnel olanın iç içe geçmesine neden olur. Jameson, ‘’Çokuluslu Kapitalizm Çağında Üçüncü Dünya Edebiyatı’’ başlıklı yazısında bu durumu, ‘’Bütün Üçüncü Dünya metinleri zorunlu olarak alegoriktir.’’ şeklinde ifade eder. Freud ve Marx karşıtlığının, yani Freud’un cinselliği, Marx’ın da ekonomiyi temsil ettiği bu karşıtlıkta Jameson, Üçüncü Dünya metinlerinde libidinal olanın dahi siyasal olmak zorunda olduğunu vurgular.

‘’Kapitalist kültürün, yani Batılı gerçekçi ve modernist roman kültürünün belirleyici öğelerinden biri de, özel olan ile kamusal olan arasındaki, şiirsel olan ile siyasal olan arasındaki, cinselliğin ve bilinçdışının alanı olarak düşündüğümüz alan ile sınıfların, ekonominin ve seküler siyasal iktidarın kamusal dünyasının alanı arasındaki radikal yarılmadır: Bir başka deyişle, Freud’a karşı Marx.’’

Jameson’ın yukarıdaki yorumlamasında yer alan ‘’yarılma’’ tanımı, kanaatimizce, Jusdanis’in ‘’Ortodoksluk’’ tanımlaması ile benzerlikler taşır. Nitekim modernleşmeyle Yunan ulusunda Osmanlılığın bastırılışı ve doğulu oluşun unutulma arzusu, Ortodoksluğun seküler görüşün karşısına yerleştirilişiyle Yunanlının kimliğinde ve psikolojisinde bir yarılma yaratır. Yunanlı ’da Osmanlılığın bastırılışı, doğululuğun bilinçdışına itilişi söz konusu ‘’yarılma’’yı yaratan unsurların başlıcalarıdır. Batılı Yunanlı ’ya karşı Doğulu Ortodoks bir ötekiyken, doğulu Ortodoks’un gözünde batılı Yunanlı kendinden neşet eden silik bir uzantıdır. Batı’nın gözünde Doğu’nun cinsel konumundaki dişilik, söz konusu Ortodoks ülkeler olunca, herhangi bir cinsel tanımlamadan ziyade soyut bir unsur olan ‘’barbarlık’’ devreye girer.
Soysal, Ece Ayhan şiirlerinde yer alan ‘’eşcinsellik’’ temasını şu şekilde yorumlar:

‘’Ece Ayhan’ı ayıran, iktidara vücudun açısından bakmasıdır, başka deyişle vücudun karşısına iktidarı koyması, vücudun iktidarla çelişkisini ele almasıdır. Vücut, hayati ihtiyaçları olan vücuttur (yemek, içmek, barınmak-kendini vücut olarak sürdürebilmenin koşulları), ama bununla birlikte cinsel arzuları olan vücuttur, arzusal vücuttur. Ece Ayhan, belli bir eşcinsel arzuyu dile getirmektedir. Bu eşcinsel arzunun hem nesnesi hem de öznesi durumunda olan insan grubu, yeniyetmelerdir.’’

Modern Türk Şiiri’nin yaratıcılarının devlet görevlisi şairler olması (ki bu durum Klasik Osmanlı şiirinin başat unsurudur), ve bu durumun şairin kendisini de içine alacak şekilde döneminde de devam ediyor oluşu, Ece Ayhan’ı şiirde sivilleşme arayışına iter. Bu açıdan devlet karşısında sivil duruş sergileyebilecek bütün toplumsal unsurları şiirine alır ve şiirini devletin karşısına, onun karşıtı olarak konumlandırır. Böylece Ece Ayhan, şiirle devletin ortodoksluğuna (burada tutuculuk, setlik) bir baş kaldırı gerçekleştirir. Bu yüzden devletin ortodoksluğuna karşı, özgür olmak için Ortodoks bir tutum içerisinde taviz vermeyen vücutları devletin karşısına yerleştirir. Bu vücutlar, ‘’Ortodoksluklar’’da ‘’oğlanlar, kızoğlankızlar, sünnetli Hristoslar, sodomitalar, Köse Kâhya’lar, Lût’lar topluluğuna katılanlar, karaşınlar, güllabiciler, çocuklar, cinaediler, dörtkaşlı Alekolar, delikanlılar ve orospulardır.’’ Bu vücutların çoğu devlete ve özellikle dünyaya karşı bir yeniyetmelik hali içerisindedir ve bu yeniyetmelik hali içerisinde dünyayı algılarlar. Fakat genel anlamda bu hususta Gürbilek’in ‘’müebbed çocukluk’’ sendromu tanımlamasına geri dönmek gerekir. Batı karşısında Doğu’nun daima ona kendini kanıtlama arzusunu taşıması ve özellikle edebi metinlerin çağrışımsal olarak Batılı hüviyette olması Doğulu entelektüeli batılı entelektüel karşısında bir yeniyetme haline getirir.
Ece Ayahan’ın ‘’Ortdoksluklar’’da Doğu’yu ve Batı’yı cinsiyetsiz hale getirme çabaları, siyasal olanın, şiirsel olana etkisinin yahut Jusdanis ile Jameson’ın ‘’yarılma’’ dediklerinin bir başka biçimini kendince imler. Ece Ayhan’ın bu cinsiyetsizleştirme çabaları, tarihsel olanın kendini dizelerde daha fazla baskılanmasına neden olur. Bu da bizi ister istemez alegorik olanın yorumuna doğru çeker. Ece Ayhan’ın Doğu’yu ve Batı’yı ‘’Ortodoksluklar’’da cinsiyetsizleştirme çabaları alegorik düzlemde başarısızlığa uğrar. Çünkü Ece Ayhan’ın ‘’Ortodoksluklar’’ı kendine bir hinterlanttı mekân olarak seçer. Bu hinterlant, Ege Denizi’dir. Ege Denizi, Ece Ayhan’ın ‘’Ortodoksluklar’’ında tarihselliğiyle birlikte Batı emperyalizminin de adeta başlangıç güzergahını oluşturur. Kapitalin iki dünya arasındaki transportu Ece Ayhan’ın ‘’Ortodoksluklar’’ında süs metaryalleri olarak açığa çıkar. ‘’Tığ işi bürümcükler, bindallılar, gelin telleri, pırlanta alışkanlıklar, sabun küpeler, iğdiş atlar, sandıklar, kanaviçeler...’’ bu unsurlar, Ece Ayhan’ın hem şiirini hem de şiirindeki kurgusal karakterlerin donatıldığı eşyalardır. Ve bu eşyalar olabildiğince doğuludur. Ve bu karakterler, ‘’Ortodoksluklar’’ın başından sonuna değin değinilen Marlowe’un ‘’Maltalı Yahudi’’si gibi, oldukça meta düşkünüdürler.

‘’Gün-tün eşitlendiğinde dövüyor Gelibolu un fabrikalarını drenotlar.’’ der Ece Ayhan. Un fabrikalarını bir savaş gemisi olan drenotların bombalanması, yani yel değirmenleri yerini savaş gemilerinin alması açıktır ki emperyalizmin şiir diliyle bir ifadesidir. Aynı mısra içerisinde yer alan ‘’Kilise babası’’ ile bir ‘’deniz evliyası’’nın karşılaşması, Anadolu’daki kültür birikime şair tarafından yapılan bir vurgudur. Batı emperyalizmi karşısında Anadolu’daki bütün halkaların durumunun aynı oluşuna dikkat çeker.

Hatalığı dolayısıyla tedavi olmak için Zürih’te geçirdiği günlerden birinde günlüğüne Ece Ayhan, şöyle yazar:

‘’Anadolu’da özgürlük hep sürgünde kalmıştır.’’

Ece Ayhan, toplumdaki sosyolojik tabakalaşmayı ‘’sarışın’’ ve ‘’karaşın’’ olarak toplumu iki kısma ayırarak yorumlar. ‘’Sarışın’’lar Türk toplum yapısında olmadığı öne sürülen aristokrasiyi yahut savaş zenginlerini, orta sınıfı ve -üst-orta sınıfı ki üst-orta sınıf tanımının da toplumsal yapımızda olmadığı öne sürülen burjuvaya karşılık gelir- ve yönetici kesime karşılık gelir. ‘’Karaşın’’ tabiri ise, halk tabakasını, ezilenlere, yönetilenlere karşılık gelir. Ece Ayhan, Doğu ve Batı arasındaki medeniyet ilişkisini de yarattığı bu iki tabir üzerinden çözümler.

Nihai olarak, Ece Ayhan’ın 1968 tarihinde yayımlanan ‘’Ortodoksluklar’’ ɓaşlıklı şiirleri, eleştirmenlerce kısmen diğer şiirlerine nazaran daha kapalı bir muhtevaya sahip olduğu yönünde ele alınır. Mütalaalarımız neticesinde, bu kapalı olma durumuna Jusdanis, Gürbilek ve Jameson’ın teorileri eşliğinde, Ortodoksluğun esasen, Batı’nın Türk entelektüellerin tarafından algılanışlarının ve Batı emperyalizminin karşısında sömürülen Doğu halklarını temsil eden alegorik bir imgelem olduğu sonucuna vardık.

KAYNAKÇA

1.AKALIN, Şükrü Haluk, Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, 11.Baskı, Ankara 2011.

2.ÇAĞLAR, Ece Ayhan, Bütün Yort Savul’lar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1994.

3.ÇAĞLAR, Ece Ayhan, Defterler, Tan Kitap Yayınları, Ankara 1981.

4. GÜRBİLEK, Nurdan, Kör Ayna, Kayıp Şark, Metis Yayınları, Beşinci Basım, İstanbul 2016.

5. JAMESON, Fredric, Modernizmin İdeolojisi, Çevirenler: Kemal Atakay, Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İkinci Basım, İstanbul 2016.

6.JUSDANİS, Gregory, Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür-Milli Edebiyatın İcat Edilişi, Metis Yayınları, Birinci Basım, İstanbul 1998.

7.PAKALIN, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I.Fasikül, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1971.

8. SOSYAL, Ahmet, A’dan Z’ye Ece Ayhan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2003.

9.SÜREYA, Cemal, Folklor Şiire Düşman, Can Yayınları, İstanbul 1992.













Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ÖLMÜŞ BİR KADININ EVRAK-I METRUKESİ’NDE ÖEDİPAL KARMAŞA

Pöpüler aşk romanlarının yazarı olarak tanınan Güzide Sabri, " Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi’’ nde yasak aşk konusunu ele alır. Romana oldukça otobiyografik öğeler adapte eden yazar, romanda romantik olana temayül eden son derece hassas, kırılgan bir kadının hatıralarını kaleme alır. Romanın ilk baskısının yapıldığı tarihteki hâkim edebi bakış açısı romanın üslubunda ve yazılma nedeninde etkili olan başat unsurlardan biridir. Güzide Sabri, genellikle romanlarını aşk acısı çeken ve bundan dolayı ölüme mahkûm edilen karakterler etrafında şekillendirir. Bu açıdan ‘’Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi’’ nde yazarın külliyatında bir devamlılık sağlar. Ancak roman, yazarın diğer romanlarına nazaran psikolojik arka planın toplumsal olanla bağdaşımının en yoğun yaşandığı romanıdır. Romanda aşk acısı çeken, annesiz ve babasız büyümüş bir kadının toplumsal olana karşı bir benlik inşa etme süreci verilir. Fakat bu süreç toplumsal düzlemde sürekli olarak kesintiye uğ

TÜRK EDEBİYATINDA BİR FLÂNEUR İZLEĞİ OLARAK YUSUF ATILGAN'IN AYLAK ADAM ROMANI ÜZERİNE BİR DERLEME

"Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım." (Nilgün Marmara-Defterler) Giriş Flâneur bir kent gezginidir.En ücra köşelerine kadar metropolü arşınlar ve modern hayatın bütün görünümlerini müthiş bir aşkla gözlemler,ayıklar ve hafızasının arşivine kaydeder.Kalabalıklarda barınır,kalabalıklarla nefes alıp verir,kalabalıklara mest olur,tebdil-i kıyafet gezer.Kimse onu fark etmez; o ise herkesi fark eder.  İnsan sarrafıdır.Modern hayatın kahramanlarını o seçer.Ve kahramanları aynı zamanda yoldaşları olur.Flâneur kılıktan kılığa girerken onda erimez,aksine her defasında bireyselliğini yeniden pekiştirir.Bir dedektif gibidir,kalabalığın peçelediği izleri sürer. Flâneurün meziyetlerini 19.yüzyılün Larousse Ansiklopedisi de takdirle kaydeder; gözleri fal taşı gibi açık,kulağı kiriştedir.Kalabalıkları sürükleyen şeylerle ilgilenmez; derdi bambaşkadır, rastgele işittiği bir laf sayesinde akla hayale gelmeyecek bir kişiliği hayat onun önüne seriverir. Tıpkı karşılaştığı s