Ana içeriğe atla

SÂMİHA AYVERDİ'NİN MUHAFAZAKÂRLIĞI ÜZERİNE


Ayvazoğlu, Ayverdi’nin bir modern-muhafazakâr olduğunu şu sözleri ile dile getirir: ‘’Sâmiha Ayverdi, geçmişin hâlâ yaşanabileceğine inandığı güzelliklerini ve değerlerini bugüne taşımak suretiyle daha parlak bir geleceğin inşa edilebileceğine inanan bir modern-muhafazakârdı.’’ (Ayvazoğlu, 2017) 

Heywood, modern-muhafazakârlığı şu şekilde tanımlar: ‘’Modern- muhafazakârlık en iyi şekilde, liberal reform ve ilerlemeci değerlerin yaygınlaşmasının bir sonucu olarak ortaya çıktığı düşünülen sosyal parçalanma korkusu çerçevesinde tanımlanabilir. Girdiği çeşitli kılıklarla otorite insanlara ve onları birbirine bağlayan bir tür sosyal yapıştırıcı olarak işler.’’ Ayrıca Heywood’ın tespit ettiği üzere muhafazakârlığın ve muhafazakârlık dolayısıyla modern-muhafazakârlık, ‘’gelenek beşerî eksiklik, organik toplum, hiyerarşi ve otorite, mülkiyet’’ olmak üzere beş ana temaya sahiptir. (Heywood, 2013, s. 108) 

Ayverdi, gelenek içerisindeki yapıcı ve halkta birleştirici vazife gören unsurların dahi modern düşünceyle birlikte tamamen sorgulamadan ve bir fayda süzgecinden geçirmeden iktisadi ve içtimai hayattan dışlanması anlayışına karşı çıkar. Modern düşüncenin geleneğin her unsuruna karşıt olan tavrının Ayverdi, Türk toplumunun sosyal ve kültürel sahadaki organik yapısında kabul edilmesini tahribata neden olacağını düşünür. Fakat muhafazakâr düşünceye tarihsel sürecinde eşlik eden taassubun savunucusu değildir. Ayverdi, modern düşüncenin getirilerinin içerisinde Türk toplumunun yapısına, kültür ve sosyal hayatına uygun olan unsurların günü yok saymama hassasiyetiyle alınması taraftarıdır. Bu açıdan Ayverdi, bir modern-muhafazakârdır. Ayverdi, Türk’e özgü yaşayışın, modernle birlikte savrulmaya başlayan toplumsal ve kişisel yaşayışında negatif özgürlüğe sahip olan insanın karşısına toparlayıcı bir pozitif otorite olarak çıkacağını düşünür. 

Ayverdi’ye göre insan, cemiyeti için yetiştirilecek, değerinin ortaya çıkarılmasını sağlayacak düzeyde işlenecek ve işletilecek bir cevher sermayedir. İnsanı cemiyete faydalı kılacak koşulları eğer cemiyet sağlayamazsa kendine de bir muvazene bulamayacaktır. Ayverdi’ye göre, cemiyetin muvazene ve selameti için insan Millî Kültür’ü ile cemiyete fayda koşulu gözetilerek ihya edilmelidir. Ayverdi, bu hususta şöyle der: ‘’Tarihi ve millî şerefini bir yana itip kütleyi taklit ve sahte idoller önünde tâzime zorlamak hatası, bugünkü anarşiyi meydana getirmiştir. Şunu bilmeliyiz ki, münevverinin de halkının da gözü ithal malı değerlerle tıka basa doldurulmuş cemiyetler kadar kötülüğe elverişli ve tehlikeli bir zemin yoktur. Zira an’anesinin, adetlerinin, iftiharlarının, dilinin, dininin, tarihinin ve topyekûn geçmişinin kalesine ve hayvani temayüllerini dolduracak hiçbir engel tasavvur edilemez.’’ (Ayverdi, 2018) 

Heywood’un muhafazakârlık için belirlediği beş ana tema prensip içinde beşerî eksiklik teması, Heywood’a göre, insanın cemiyete bağlandığı esas etkenin güvenlik hissi olduğu üzerinden temellenir. Muhafazakâr düşünce için eğer bir insan cemiyetine herhangi bir etkenle yabancılaştırıldığı takdirde güvenlik alanının dışına itilmiş olur. Ve böylece cemiyetine yabancılaşan insan her türlü ruhî buhranında taşıyıcısı haline gelir. Cemiyetine yabancılaşan insanı ruhî buhrandan çıkaracak olan ise muhafazakâr düşünceye göre aidiyetinin ona sağladığı sosyal düzenin hatırlatılmasıdır. Ayverdi’ye göre, ‘’Türkiye’de sınai, iktisadi, zirai, ticari ve teknik sahalar birer alaka merkezi olurken, unutulan, ihmal edilen, mühimsenmeyen, işlenmeyen, işletilmeyen ve neticede de boşuna harcanan sermaye insandır. Onun için de fert ve dolayısıyla cemiyet, sağdan soldan çarpan haşin dalgaların ortasında bocalamakta ve bir türlü selamet sahiline ulaşamamaktadır.’’ (Ayverdi, 2018) 

Heywood’un muhafazakârlık için belirlediği beş ana tema prensip içinde bir diğer tema olan hiyerarşi ve otorite, Heywood’a göre, cemiyet içinde işleyişi sağlayan kitle yahut sınıfın cemiyet içinde kendilerine has rolleridir. Bu roller, cemiyet için fayda sağlarlar. Bu açıdan cemiyet içinde kitle ve sınıfların rollerinin yok sayılması anarşiyi ve huzursuzluğu doğurur. Heywood’a göre, hiyerarşi ve otoritenin cemiyet içindeki konumu muhafazakâr düşünce açısından tarihseldir ve doğal olan bir gelişim süreci izler. Bu açıdan hiyerarşi ve otoriteyi yok saymak muhafazakâr düşünce için her cemiyetin kendine has doğal gelişim sürecinin de yok sayılması anlamına gelir. 

Ayverdi’ye göre ‘'Şark milletlerinde, hatta Garp derebeyliklerinde hüküm süren ve adeta militan bir karakter taşıyan hiyerarşi, Türklerde mutedil ve mantıki bir çeşni taşırdı. Onun için gerek Avrupa derebeyliklerindeki diktatörlük gerek Uzak ve Orta Şark’ta hüküm süren gözü kapalı itaat ruhu ile Türk cemiyetinin sınıf ve ahlâk şuuru, birbirinden çok farklı, hatta çok ayrıdır. Dede Korkut Hikayeleri gibi Türk ruhunu etik ve estetik yönleriyle aksettiren antropoloji vesikaları bir yana, Anadolu ve Rumeli Türklüğünün iliklerine işlemiş olan bu terbiye anlayışı, insanın insana ve insanın Allah’a karşı olan bu vazife şuuru, bu kaide ve saygı seremonisi, fertleri ve kütleleri birbirine bağlayan, lehimleyip perçinleyen büyük kuvvet halinde, bin senedir sürüp gitmektedir.’’ (Ayverdi, 2018) 

Heywood, otorite hususunda muhafazakâr düşüncenin temayüllerini genel olarak aile içi nizamın korunmasına yönelik bir çerçevenin içerisine yerleştirir. Otorite, gelenekten devralınan aile görüşünün devamının saplayıcısıdır. Ayverdi, otoriteyi nesilden nesle aktarılan bir öğreti ve eğitim metodu olarak ele alır. Ailedeki otorite hiyerarşi gereği aile içi bir eğitim-öğretim mekanizması olarak işler. Ayverdi’ye göre ‘’bir aile kateşizmi; ibadet gibi büyüğü küçüğe, küçüğü büyüğe bağlayan kutsi rabıtalar vardır.’’ (Ayverdi, 2018) 

Ayverdi, cemiyetin hareketini daima bir kütle ve kitle muhasebesi dahilinde düşünür. Kütle, cemiyetin tarihteki görünüşlerinin birer temsili olabildiği gibi, halde de bir temsilidir. Kitle ise cemiyetin içerisindeki türlü grup ve sınıfın bir temsilidir. Kütleleri birbirine bağlayacak olan ve kütleler arasında devamlılığı sağlayacak olan ve de kitleler arasında mukabeleyi sağlayarak kitlelerin organik bir görüntü arz etmesini mümkün kılacak olan millî, manevi ve şifaî kültürdür. Ayverdi’nin, şifaî kültür ile kastettikleri Sözlü Kültür’dür. Kitleler bir araya gelerek kütleyi, kütleler bir araya gelerek bir milletin tarih içerisinde tekâmül etmiş görüntülerini verir. Ayverdi’nin düşünceleri Heywood’un muhafazakâr düşüncenin beş temasından biri olarak belirlediği organik toplum teması ile örtüşür. Ayverdi’ye göre cemiyet içinde kütlenin kitleyle ve kitlelerin birbiriyle irtibatsızlıklarının esas sebebi kültürde yaşanan deformasyondur. Ayverdi, şifâhi kültür ayağındaki deformasyonun önemli sebebini şu şekilde dile getirir: ‘’İkinci mühim mesele, şifâhi kültürümüzü kaybetmiş olmamızdır ki, irfan ve cemiyet hayatımızın temellerini sarsmış olan büyük tehlike işte budur. Öyle ki, eskiden bir bekçinin, bir sakanın, bir sütçünün dahi kendi küçüğüne ve kendi çevresine öğreteceği, söyleyeceği bir şeyleri vardı. Mektebi, medresesi olmayan, nesillerin nesillere emanet ettiği bu tradisyonel bilgi, cemiyetin iliklerine işlemiş bir hizmet ve irfan kaynağı idi. Kütlenin bütününe karışmış ve yayılmış olan bu şifâhi kültür hazinesi, disiplin vererek hayata hazırlayan büyük mürebbi, büyük hoca demektir.’’ (Ayverdi, 2018) Ayverdi, dönemler içerisindeki yönelimleri bir kitle kültürü olarak ele alır. Ve kendi istikametinin zıt istikametine yönlendirilen her kitlenin kültürünü bir başıboşluk ve savrulma olarak değerlendirir. Kitle kültürünün bu savurucu etkisinden kişi ancak insanlığın ve cemiyetin faydasını güderek edineceği bir gaye ile kurtulabilir. 

Ayverdi, insanın psikoşimik ve fizikoşimik cephelerinin yadsınamayacağı ve bir bütün olduğunu düşünür. Ayverdi’nin insanı bir bütün olarak ele alan düşüncesi insan kadar toplumu da organik bütün olarak ele alır. Ayverdi, bu husustaki düşüncelerini şu şekilde dile getirir: ‘’Size belki garip hatta paradoksal gelecek bir şey söyleyeyim mi? Esas itibariyle bu dünyada korkulacak hiç kimse ve hiçbir şey yoktur. Yalnız ve yalnız bizzat insanın kendisi vardır. Zira bizi korkutabilecek her üzüntülü hadise, bizzat bizden bize gelir. Nasıl mı? İnsan oğlunun kederi, talihi, mukadderatı, şuuraltına biriktirmiş olduğu iyi veya fena tohumlarda gizlidir ve bunlar, sırası geldikçe sürer, fışkırır meydana gelir. Şuuraltımız öyle bir tarladır ki her ne ekersek onu fazlasıyla biçmemiz mükedderdir. Biber eken kimse şeker kamışı kesemez. İşte böyle olunca, kaderimizin mimarı biz kendimiz oluyoruz. Şu hâlde ne diye başımıza gelen herhangi bir sıkıntı veya kederden başkalarını mes’ul tutmak cehaletini gösterelim?’’ (Ayverdi, 2014) 

Heywood’ın muhafazakârlık kapsamında modern-muhafazakârlık için belirlediği beş ana temadan beşerî eksiklik temasına göre ‘’insanın eksikliği, çeşitli şekillerde anlaşılır. İlk önce insanlar, psikolojik olarak sınırlı ve bağımlı yaratıklar olarak görülürler. Muhafazakârların düşüncesine göre insanlar yalıtım ve istikrarsızlıktan korkarlar. Psikolojik olarak güvenli ve aşina olana sokulurlar, her şeyden önemlisi, yerlerini bilmenin sağladığı güven arayışındadırlar. İnsan doğasını bu şekilde resmetmek, liberallerin kendi ayakları üzerinden duran, müteşebbis, fazla azamîleştirici şeklindeki insan imgesinden oldukça farklıdır. İnsanların güvenliği ve aidiyeti arzuladığı görüşü, muhafazakârların sosyal düzenin önemine vurgu yapmalarına ve özgürlüğün cazibeleri konusunda şüphe içinde olmalarına neden olmuştur. Düzen, insan hayatı için istikrar ve tahmin edilebilirliğin teminatıdır; düzen, belirsiz bir dünyada güvenliği sağlar. Öte yandan özgürlük ile bireylere tercihler sunar ve bu da değişim ile beraber belirsizlik yaratır. (…) Ahlaksızlık ya da suç teşkil eden davranışların kökenlerini toplum içinde arayan diğer siyaset felsefelerinin aksine muhafazakârlar, bu meselenin bireyde kökenlendiğine inanırlar. İnsanların ahlaki olarak eksik olduklarını düşünürler.’’ (Heywood, 2013) 

Ayverdi, insani kusurlarına yönelik kişinin farkında olmasını ister. Ayverdi’ye göre, insan madde ile manadan mürekkeptir. İnsanın madde yanı daima insanı şehvani olana yönlendirir. Bu yüzden türlü usullerle insanın madde yanı ehlileştirilmelidir ve mana yanı ise kuvvetlendirilmelidir. Ayverdi’ye göre bu usullerin cemiyetteki insana tatbiki ancak kendi ile ve kültürü ile temasının koparılmaması yoluyla mümkündür. Bu açıdan Ayverdi’nin düşünceleri, Heywood’ın modern-muhafazakârlık için belirlediği be ana temadan biri olan beşerî eksiklik kaidesiyle uygun noktalara iktibas eder. İnsanın madde ve mana yanlarından sadece bir yanına meyletmesi ve sadece onu önemli görmesi insanda ferdiyeti açısından eksikliklere sebep olur ki bu eksiklik medeniyet kurucu fikirleri üretmesi açısından da engelleyici olur. Bu yüzden ancak madde ile mana yanı bütün olan fertlerin oluşturduğu kütlelerde medeniyet mevcuttur. Ve bu medeniyet, hakiki medeniyettir. Ayverdi’ye göre, maddesiyle manasının birliğine erişmiş ve böylece medeniyet kuruculuğunu üstlenmiş olan insan mihver insan’dır. Mihver insan, medeniyet kurucu vasfı ile cemiyetinin istikbalini de eder. Ayverdi’ye göre, cemiyeti bütünlüğün manyetizmasına çekecek olan mihver insan’ın yoksunluğu cemiyette ve beşeriyette şunlara sebep olur: ‘’Beşeriyet, bu hastalık ve sapıklık çağlarında, zihni ve ruhî ihtiyaç ve ölçülerin beraberce kabul ve teyit etmiş olduğu ‘büyük adam’ yerine onun sahteleri, erzatsları hatta fosilleri ile avunur ve bu yalancı idolün etrafında zürriyet vermeye uğraşır. Ne ki, bu birleşmeden meydana gelen sanat mahsulleri, devamlı, soylu ve makbul bir bereket değil, gayrimeşru ve inkâr edilmiş bir kalabalıktır. Onun için de hakiki kıymetleri ve mihver fikri kaybedip sentetik merkezler etrafında peteklenmeye uğraşan kütlelerden ne gerçek bir inan adamı ne sanat ne de fikir dehası çıkabilir. Bu kof, sığ ve götürü Pazar heyecanların adamı ne yeni bir medeniyet kurabilir ne de asırların yıpratamayacağı dayanıklı fikir ve sanat mahsulleri verebilir.’’ (Ayverdi, 2018) 

Ayverdi’nin ‘’mihver insan’’ düşüncesi medeniyeti kurma kabiliyetine sahip olması dolayısıyla Türk toplumunun muhtevi açıdan var olma imkânın hem de dışta hem de içte var olma imkanının sağlayıcısıdır. Hiç şüphesiz bir toplum, sadece onu dışta görenlerin algısı dahilinde var olabilen ve bir arada durabilen bir yapı değildir. Bir toplumun hem kendini gördüğü haliyle hem de dışta bir göze göründüğü haliyle biraradalığını ve biraradalığının devamını sağlayacak fantazmlara ihtiyacı vardır Simmel’ye göre, ‘’bir toplum, onun aynı anda hem içinde hem de dışında duran varlıklardan oluşan bir yapıdır.’’ (Simmel, 2015) Bireyin diğer bireylerle kurduğu ilişkinin birleşimini sağlayan, dolayısıyla toplum denilen yapının sağlıklı bir şekilde kurulmasını sağlayan örtük unsur Ayverdi’ye göre mihver fikrin sahibi olan mihver insan’dır. Mihver insan bireylere biraradalığın bilincini aşılayandır. Mihver fikir sayesinde birey, mensubu bulunduğu cemiyete çıkarı dışında da dahil olabilir; birey bu sayede kendi  var  oluşunu  topluma  yabancılaşarak  değil,  toplumla  hemfikir  olarak gerçekleştirir. Bir toplum ve cemiyette mihfer fikrin yoksunluğu halinde Ayverdi’ye göre insanın ehemmiyeti ve cemiyetteki rolü bir meta/mal seviyesine düşer. Ayverdi, bu husus hakkındaki görüşlerini şu şekilde dile getirir: ‘’İşte insan, bir merkeze ve dolayısıyla kendi kendine karşı duyduğu mesuliyet fikrinden çözüleli beri, cemiyetle olan münasebeti de sıcaklığını, sevgi ve anlayış esasına dayanan yumuşaklığını kaybetmiştir. Onun için de fertlerin ve dolayısıyla kütlelerin birbiriyle olan muamele ve alışverişlerini bir menfaat ve mal mübadelesi seviyesine düşmüş görmekle şaşmamalıdır.’’ (Ayverdi, 2018) Görülüyor ki, Ayverdi’ye göre ‘’mihver insan’’ ve ‘’mihver fikir’’ toplumun biraradalığını esas kılan ve egonun din, aile, arkadaşlar, mekân ve meslek parçalanmalarını bir araya getiren birer yol gösterici simgelerdir. Bir toplum mihver adam’ı anane, gelenek, kültür ve aklının ortaklığıyla eğitebildiği gibi, mihver fikri de bu ortaklık ile tek başına üretebilir. 

Guénon’ın Modern Batı medeniyeti’nin doğuşundan itibaren hasta olduğunu düşünür. Ve Modern Batı medeniyetinin gelişme prensibinin negatif olduğunu iddia eder. Bu negatiflik niteliği Guenon’ın felsefesi dolayısıyla medeniyet denilen olgunun aslında tamamen olumlu bir görüntü vermediğinin de açıklayıcısıdır. Guenon’a göre, Batı medeniyeti iki kutuplu gelişmenin aksine tek kutuplu gelişmesiyle tanımlanabilecek bir medeniyettir. Batı medeniyeti ve doğuşuna sebep olduğu Modern Batı medeniyetinin tek kutuplu gelişmesinin istikameti daima maddi yöndedir. Guenon’a göre modernin diyalektiği olan ilerleme fikrini Batı medeniyeti maddi ilerleme ve ahlaki ilerleme olmak üzere ikiye ayırır. Fakat Batı medeniyetinin maddeciliği ahlaki olanı da belirler. Guenon, Amerika’nın Batı’nın fikri ve ahlaki olarak bir devamı olduğunu düşünür. Ve Amerika’yı Uzak-Batı olarak konumlandırır. Guenon’a göre Amerika’nın Batı’nın akıbetine benzemeden kendi akıbetini kurtarabileceği bir nokta vardır. Bu noktayı Guenon, şu şekilde açıklar: ‘’İçinde bulunulan durumu doğuran olayların gidişine dur diyecek hiçbir şeyin ortaya çıkmaması halinde Avrupa’nın da Amerika’nın akıbetine uğrayacağı muhakkaktır.’’ (Guénon, 1991) 

Ayverdi, İnsan ve Makine isimli yazısında Neyzen Niyazi Sayın’ın bir kayıt esnasında dile getirdiği ‘’Ben neyimi insana üflemek istiyorum. Makineye karşı çaldığım zaman ben de makineleşiyorum’’ (Ayverdi, 2014) sözleri üzerine sanatçı ve insanın makine karşısında düştüğü tehlikenin farkına varılmasını ister. Ayverdi’ye göre, ‘’zira, ne kadar mükemmel olursa olsun makine, bir vasıta cihaz olmak seviyesinin üstüne çıkamaz ve insanla insan arasındaki müşterek vibrasyonlara, ruhî ve bedeni cinsiyet ve yakınlığa malik olamaz.’’ (Ayverdi, 2014) Ayverdi’ye göre, makinenin insan hayatındaki faydalı yönleri yadsınamaz; fakat insan aşırı derece maddi olana önem verirse makinenin insana faydası, insanın insana faydasının önüne geçmiş olur. Ve böylece makine, insana fayda yerine zarar verir. Ayverdi, Guenon’ın düşüncelerine benzer şekilde bir çözüm olan ‘’olayların gidişine dur diyecek’’ olanın ortaya çıkmasını savunur. Ve düşüncelerini şu şekilde dile getirir: ‘’Tuhafı şu ki insan oğlu bir kere kendini şu veya bu alışkanlığa kaptırmaya görsün, bu itiyat, yanlış, sakat ve çirkin dahi olsa, kütle nereye ve niçin gittiğini fark etmeden, umumi temayülün peşi sıra sürüklenip akar. (…) Ta ki yeni bir zihniyet, yeni bir felsefe taze bir iman getirecek dâhinin ortaya çıkıp ‘Dur!’ emrini vereceği zamana dek bu körü körüne akış sürüp gider. (…) Genç sanatkârın endüstrileşmiş musiki anlayışına karşı itiraz ve isyanında da bir çeşit ‘Dur!’ emri gizli. Fakat büyük ekseriyetiyle kendini o cereyana kaptırmış münferit sesler, büyük samimiyet ve ihlaslarına rağmen ne kadar hafif ne kadar zayıf ve ne kadar çelimsiz kalıyor.’’ (Ayverdi, 2014)

KAYNAKÇA

Ayvazoğlu, B. (2017). Sîretler ve Sûretler. İstanbul: Kapı Yayınları. 

Ayverdi, S. (2014). Hatıralarla Başbaşa. İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı. 

Ayverdi, S. (2018). Millî Kültür Mes'eleleri ve Maârif Davamız. İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı. 

Guénon, R. (1991). Doğu ve BATI. (F. ARSLAN, Çev.) İstanbul: Ağaç Yayıncılık. 

Heywood, A. (2013). Siyasî İdeolojiler. (A. K. BAYRAM, Çev.) Ankara: Adres Yayınları. 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

N’OLA Kİ BU ORTODOKSLUK? ECE AYHAN’IN ORTODOKSLUKLAR’I ÜZERİNE

 GİRİŞ İkinci Yeni şiiri, şiirde anlamı düzyazıdan olabildiğince uzaklaştırmak isteyen, bundan dolayı da şiirde dizeden ziyade kelimeye yoğunlaşan bir poetik duruşa sahip bir akımdır. Cemal Süreya, ‘’Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı.’’ der. Bilindiği üzere bir kelimenin anlamı, bir bağlam içerisinde kullanıldığı zaman geçerlidir. Kelime ise, bağlamı dışında anlamsızdır. Fakat İkinci Yeni şiiri, birbirinden bağımsız, anlamsız kelimeleri kullanır. Böylece yerel ve bir bakıma da evrensel eski şiir anlayışının mısraya dayalı yapısına karşı çıkar. Alışılmış sözdiziminden uzaklaşır, bağlama dışsal olan kelimelerin kullanımını tercih eder. Yukarıdaki açıklanan yeni şiir düsturunu İkinci Yeni şiiri içerisinde hiç şüphesiz en uç biçimde kullanan şair, Ece Ayhan’dır. Ece Ayhan’ın şiiri eleştirmenlerce, şaşırtıcı, kapalı ve anlamsız olarak yorumlanır. Ece Ayhan ise, poetikasına yöneltilen bütün bu eleştirileri bertaraf edecek şekilde şiirinin hermetik olduğunu söyler. Ece Ayhan iç

ÖLMÜŞ BİR KADININ EVRAK-I METRUKESİ’NDE ÖEDİPAL KARMAŞA

Pöpüler aşk romanlarının yazarı olarak tanınan Güzide Sabri, " Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi’’ nde yasak aşk konusunu ele alır. Romana oldukça otobiyografik öğeler adapte eden yazar, romanda romantik olana temayül eden son derece hassas, kırılgan bir kadının hatıralarını kaleme alır. Romanın ilk baskısının yapıldığı tarihteki hâkim edebi bakış açısı romanın üslubunda ve yazılma nedeninde etkili olan başat unsurlardan biridir. Güzide Sabri, genellikle romanlarını aşk acısı çeken ve bundan dolayı ölüme mahkûm edilen karakterler etrafında şekillendirir. Bu açıdan ‘’Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi’’ nde yazarın külliyatında bir devamlılık sağlar. Ancak roman, yazarın diğer romanlarına nazaran psikolojik arka planın toplumsal olanla bağdaşımının en yoğun yaşandığı romanıdır. Romanda aşk acısı çeken, annesiz ve babasız büyümüş bir kadının toplumsal olana karşı bir benlik inşa etme süreci verilir. Fakat bu süreç toplumsal düzlemde sürekli olarak kesintiye uğ

TÜRK EDEBİYATINDA BİR FLÂNEUR İZLEĞİ OLARAK YUSUF ATILGAN'IN AYLAK ADAM ROMANI ÜZERİNE BİR DERLEME

"Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım." (Nilgün Marmara-Defterler) Giriş Flâneur bir kent gezginidir.En ücra köşelerine kadar metropolü arşınlar ve modern hayatın bütün görünümlerini müthiş bir aşkla gözlemler,ayıklar ve hafızasının arşivine kaydeder.Kalabalıklarda barınır,kalabalıklarla nefes alıp verir,kalabalıklara mest olur,tebdil-i kıyafet gezer.Kimse onu fark etmez; o ise herkesi fark eder.  İnsan sarrafıdır.Modern hayatın kahramanlarını o seçer.Ve kahramanları aynı zamanda yoldaşları olur.Flâneur kılıktan kılığa girerken onda erimez,aksine her defasında bireyselliğini yeniden pekiştirir.Bir dedektif gibidir,kalabalığın peçelediği izleri sürer. Flâneurün meziyetlerini 19.yüzyılün Larousse Ansiklopedisi de takdirle kaydeder; gözleri fal taşı gibi açık,kulağı kiriştedir.Kalabalıkları sürükleyen şeylerle ilgilenmez; derdi bambaşkadır, rastgele işittiği bir laf sayesinde akla hayale gelmeyecek bir kişiliği hayat onun önüne seriverir. Tıpkı karşılaştığı s