Ana içeriğe atla

MACBETH'İN HANÇERİ: TRACTATUS VE MACBETH'İN FENOMENAL BAĞINTILARI


Kelimeler tek başlarına tümce içerisinde bağlamları olmadan askıda kalırlar. Bu şekilde sadece birer işaret nesneleridir. Anlam içerisinde var olabilmeleri için ya da onu var edebilmemiz için birbirlerini tamamlayıcı peş peşe gelen sıralamalara ihtiyaç duyarız. Dil, bunu zihnimiz için mümkün kılar. Çünkü dil, zihnin ürettiği yapılanma parçalarını dışa vurur. Dış dünyadaki nesneler, reel gerçeklikler dilin birer uydurmaları, bu halleri ile birer imlemdirler. Bu işleme üzerine kurulan dil, genel anlamıyla dil değil, artık bir "im dili"dir. Nesnenin gerçekte ne olduğunu ise iddia edemeyiz. Çünkü nesneleri dil dışında ifade edemeyiz, sadece uzay boşluğundaki olguların reel gerçekler olarak yansımalarını algılarız. Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus'ta bu durumu şu şekilde özetler:

"Tümcenin olanaklılığı, nesnelerin imlerce temsil edilmeleri ilkelerine dayanır. Benim temel düşüncem mantıksal sabitler bir şey temsil etmezler. Olguların mantığı temsil edilmeye gelmez." (TLP, 4.0312, Aruoba, 2013: syf:53)

Bütün dünya insan için "bu nedir?" sorusu ve bu soruya verdiği cevaplardan ibarettir ve bu sorunun ürettikler ile kurulur. Bunun içindir ki Wittgenstein, "dünya olguların toplamıdır, şeylerin değil" önergesini dile getirir. (TLP, 1.1, Aruoba, 2013: syf:53). Bir arı nasıl ki bir çiçeğe istemsizce yöneliyorsa, insan da aynı bir arı gibi "bu nedir?" sorusuna öylece yönelir. İnsan, nesne için neyi dilde belirlemişse nesne onun için belirlenmesini imler; fakat asla gerçeği veremez. Çünkü, "nesneleri ancak adlandırabilirim. İmler onların yerini tutar. Ancak onlar üzerine konuşabilirim, onları konuşarak dışavuramam. Bir tümce, bir şeyin ancak nasıl olduğunu söyleyebilir, ne olduğunu değil."  (TLP, 3.221, Aruoba, 2013: syf:53). Mesela bir renk, ancak sıfatlaştığı takdirde nesneleşebilir, "bu nedir?" sorusuna ancak bu şekilde cevap verebilir fakat ne olduğunu asla imlemez. Dolayısıyla olgu, dünya üzerinde "bu nedir?" sorusuna cevap veren her şeydir ve asla sorunun yerine geçemez.
 
Dünya Wittgenstein'a göre, olguların  toplamından ibarettir. Olguların her biri ise zihin içerisinde yalınlığını korurlar. Zihin için olgular, sadece göstergelerdir ve belirlenen göstergeler sınırları oluştururlar. Göstergeler zihin içerisinde kurgulanır ve böylece tasarıma imkân tanırlar. Hadot, bu durumu Wittgenstein felsefesine yaptığı yorumla şu şekilde açıklar:

"Wittgenstein'ın demek isteği şey, 've' ya da 'gerektir' işaretlerinin nesnel dünya gerçekliğini temsil etmediği, hiçbir temsili içeriklerinin olmadığıdır. Olguların mantığı kendilerini önermede gösterirler, fakat onun tarafından temsil edilmezler. Wittgenstein'da önemli olan bir ayrım kullanılarak bir çıkış yolu aranabilir: söylemek ile göstermek (montrer) arasındaki ayrım; yani nesnel bir olguyu (représenter) ile tasarlanamaz bir şeyi açığa vurmak (manifester) arasındaki ayrım. Bu ayrım Wittgenstein tarafından mantıklı biçim hususunda işin içine sokulur ve bize neden felsefi önergelerin ve Tractatus'unkilerin anlamsız dediği şey olduklarını çok daha iyi anlatır." (Hadot, 2011, syf: 18).

Esasında göstermek (montrer), "bu nedir?" sorusunun karşısında bünyesinde uygunluk barındırır. İşaret nesnesinin tasarımı soruya karşı yöneltilmiş bir cevaptır. Oysaki, "tümce (önerme), bütün gerçekliği ortaya koyabilir, fakat gerçeği ortaya koyabilmek için onunla ortaklaşa sahip olması gerekeni ortaya koyamaz-mantıksal biçimi. Mantıksal biçimi ortaya koyabilmek için kendimizi tümceyle birlikte mantığın dışına çıkarabilmemiz gerekirdi, yani dünyanın dışına." (TLP, 4.12, Aruoba, 2013: syf:53). Bu durumda, tümcenin dış dünya karşısında ortaya koyduğu rastlantısal eş gelmelerdir. Rastlantısal isimlendirme, eş gelme ise ona olan inancımızın ifadesidir. Nesnenin ismine olan inancımız onun gerçeği temsil ettiğine yönelik inancımızın kendisidir. Nesne zihinde üretilir, dilde yansıtılır. Hepimiz Shakespeare'in Macbeth'i gibi zihnimizin inancını dünyaya yönlendiririz. Çünkü Macbeth'in şüphesini somuttan türetilmiş soyut var eder. Macbeth'in şüphesi felsefedeki kesinlik arayışını kendi kurgusallığı ile eşleştirme denemesidir. Ya nesne olduğu haline yani kendi haline bırakılmalıdır, ya gerçeği arayışın şüphe olmadan imkansız olduğu kabul edilmelidir. Çünkü, "dünya, olduğu gibi olan her şeydir." (TLP, 1, Aruoba, 2013: syf:53). Ve "isim objeyi gösterir, obje onun göstericidir Wittgenstein için. Wittgenstein tümcenin anlamından, ismin gösteriminden söz eder." (Soykan, Cogito, 33.sayı, 2002, syf:48).

O halde eğer bir nesneye bu vardır ya da bu yoktur diyemiyorsak, sadece onu sayıklıyoruzdur. Dil içerisinde bunu sistemli yaptığımızı sanmak ise bir yanılsamadır. Tıpkı Macbeth gibi doğaya ve dünyaya şüphe ile yaklaşması gibi. Bir nesne, var ya da yok, bunu kesinlikle bilemeyiz. Bir nesne, sadece görüntüsünden ve dil içerisindeki ona yönelik ona uygun düştüğü zannını barındıran dil uydurmalarından ibarettir. Mantık ise bu uydurmayı kuran, onu tasarımlayandır. Bu yüzden mantığın dışına çıkılamaz. Wittgenstein, "mantık dünyayı doldurur; dünyanın sınırları onun da sınırlarıdır. Mantıkta, bu yüzden, şunu söyleyemeyiz: Dünyada bu bu var, şu yok. Bu çünkü, görünürde, bazı olanakları dışarıda bırakabildiğimizi varsayalım ve bu da öyle olamaz, çünkü o zaman mantığın, dünyanın sınırlarının ötesine geçmiş olması; yani bu sınırlara öteki yandan da bakabiliyor olması gerekirdi." (TLP, 5.61, Aruoba, 2013, syf:133). Görülüyor ki Wittgenstein'ın felsefesinde dünya, gerçeklikle örtüştüğü sanılan dil uydurmalarından ibarettir. Sınır da burada başlar ve biter. Başlangıç ve bitiş arasındaki süreğen gerilim neden-sonuç arasındaki etkileşimin ürünlerini meydana çıkarır. Bu noktada Hadot'un Wittgenstein'ın felsefesine yaptığı şu yorumları vermek, daha kapsayıcı bir açıklama olacaktır:

"Dünya bize göre dil ile kesişir: birini diğerinden koparmayız; burada aşılamaz bir yapıya çarparız. Önermenin anlamını mümkün kılan şeyin söyleyemediğini ya da temsil edilemediğini, fakat sadece gösterilebilir olduğunu bize, onu temsil edemeksizin, gösterir. Wittgenstein da temsil edemeksizin bize gösterir ki sonuçta kendinde anlamın kurulduğu şey bizzat dilin kendisidir. Burada Éric Weil'in Logique de Philosophie adlı yapıtında, felsefenin kendi bilincine varışı sonunda ulaştığı görüş açısına geliyoruz: Dil (diye genel bir şey) yoktur: her her 'var' insan için dil içinde doğar. Yalnızca dil(ler) vardır, şu ya da bu dil ve birinden diğerine geçiş yaşam gerçekliği içinde vuku bulur: sanki sihirli bir hareket yaparak evrensele ya da şimdinin mevcudiyetine varmak için dil içinde sıçranamaz; insanın kendi gölgesinin üstünden atlaması bile daha kolaydır. Dilin sınırlarından çıkaracağımız bundan daha iyi söylenemez." (Hadot, 2011, syf:19).


"(...)
Bir hançer mi önümde gördüğüm?
Sapı elimden yana çevrik...
Gel, sarsın elim seni.
Yoksun elimde; fakat görebiliyorum seni.
Uğursuz görüntü, göze var ele yok musun sen?
Kafamdaki bir hançer misin yoksa?
Ateşli beynim mi yarattı seni?
Görüyorum işte yine; tutulacak gibisin,
Şu kınından çıkardığım hançer gibi.
Gideceğim yeri gösteriyorsun bana
Ve kullanacağım silahın ta kendisini.
Ya gözlerim öbür duyularımla oynuyor,
Ya öbür duyularım gözlerimle.
Yine görüyorum işte seni:
Ağzında ve sapında kan var; demin yoktu.
Yok, hançer falan yok.
Benim kanlı tasarım bu gözlerimin gördüğü." (Shakespeare, Macbeth, 2015, syf:29)


Macbeth, hezeyanlarının yarattığı derin bir şüphe içerisindedir. Gördüklerinden emin değildir, gördükleri, gördüğü dünya onu kandırmaktadır. Nesneye yönelik bir temas imkânının peşini kovalamaktadır. Hançere dokunabilse, onun gerçekte ellerinde olduğunu çıkarabilse büyü bozulacak ve sinir aşılacaktır. Fakat bu imkânsızdır. Çünkü işaret edilen aşılmış, göstermek ve işaret etmek farklılaşmıştır. İşaret edilen kocaman bir boşluktur, boşluğun içini dolduran ise Macbeth'in yanılsamaları yaratan zihnidir. Macbeth, hançeri diğer hançerlerle kıyaslama yoluna giderek gerçeği keşfedeceğini düşünür fakat her kıyaslaması gerçekten bir adım daha uzaklaşmayı ifade etmektedir. Kınından çıkardığı hançerin mukayesesiyle etrafında gördüğü nesneleri şekillendirmek ister ve bu aşamada Macbeth, zihninde asılı kalan resimlere başvurmaktadır. 

Macbeth, gözlerinde yani görüntüde var olanı daha önce adlandırdığı ya da tanıdığı nesnelerin resimlerinden çıkarır; çünkü hançer, dediğine göre, elinde yoktur ya da vardır. Macbeth, nesnenin resmi ile başbaşa kalmıştır ve bu aşamada gördüklerini duyularından ayırt edememektedir. Macbeth'in zihninde hançerin varlığını anlık bir görüntü olarak var eden şey, hançerin kınıdır. Fakat hançer ile kın sadece bir bağlamın ifadesidir ve nesnelerin birlikte tasarımlanmasından başka bir şey değildir.

Hançerin acıya odaklı hazzı... Haz duygusu, Macbeth için hançeri psikolojik bir objeye dönüştürür. Hançerin varlığını kanıtlaması için bir özneye daha ihtiyaç duyulur; öznelerarası kıyaslama bireysel algıyı yenmenin yoludur. Fakat diğer özne, hançeri görüntüye yönelik isimlendirmesinin dışında yani dil dışında anlatamaz. Diğer öznede Macbeth'in zihninde asılı kalan resmin dışına çıkamaz. Macbeth'in gerçeği arayışı burada da sonlanamaz böylece. Tasarım ve tasarım arası uyuşma ve uyuşmazlık...

Tümce eklemli olduğu zaman bir anlam ifade edebilir. Wittgenstein'a göre, "yalnızca olgular bir anlamı dile getirebilir, bir adlar sınıfı bunu yapamaz." (TLP, 3.142, Aruoba, 2013, syf:31). Çünkü onlar yalın halde zihnindeki resimleri temsil ederler. 

Anlam için tümce birlikleri şarttır. Dil, bu mevzuda tıpkı bir labirente dönüşür. Labirentte çıkış esastır. Labirent içindeki bütün hesaplamalar çıkış için ve çıkışa göre yapılır. Labirentteki çıkış, önermedeki yüklemdir. Yüklem, yani bir nesnenin bir hareket içerisinde salınımı, öğeleştirilmesidir. Nesne dil üzerindeki mülkiyet hakkını yükleme borçludur. Wittgenstein için dil, yolların bir labirentidir ya da yolların oluşturduğu bir labirenttir. Wittgenstein'ın bu görüşü, Nietzsche'nin "Labirentte Önceden Belirlenmişlik İlkesi"ni anımsatmaktadır. Yüklem öncelendiği zaman labirent bir düzenek olarak kurulabilir. Labirent yükleme göre inşa edilebilir. Yüklemi vermeyen bir dil labirenti başarısız yani mantıksızdır. Nesnenin  hareket içerisindeki salınımı onu açığa çıkarır ve imler. Böylece labirent içerisinde "bu nedir?" sorusuna da açıklık getirmiş oluruz. Nesnenin cevap ifadesi onu yükleme muhtaç kılar. Labirent aynı zamanda dil sınırının dil üzerinden dünya sınırının içerisinde yer alan bir alandır. Labirent, dil içerisindeki bir düzeneği ifade eder. Tesadüfî yapılanmaların dil içerisinde mümkün olmadığının aynı zamanda bir başka ifadesidir. Çünkü dil içerisinde çıkışa odaklı yani yükleme odaklı oluşturulan "tümce bir sözcük karışımı değildir. -Nasıl ki müzik teması bir ses karışımı değilse.- Tümce eklemlidir." (TLP, 3.141, Aruoba  2013, syf:29). Bu eklemler Wittgenstein'ın labirenti oluşturan yol, dediğidir. Labirent, bir düzenek, bir sistemdir. Bu sistem aksadığı takdirde dil ifade edilmeyen verir ki bu mantık dışı yani dünya dışıdır. Wittgenstein'a göre, "tümce-imini oluşturan, öğelerin, sözcüklerin, onun içinde birbirleriyle belirli bir tarzda bağlantılı olmalarıdır. Tümce-imi bir olgudur." (TLP, 3.14, Aruoba, 2013, syf:29). Bu bağlantı, labirenttir. 

Elimizde bir bulmaca olduğunu düşünelim, bulmacanın bize etkisi sürekli olarak bizden istedikleridir. Belirli cevaplara karşılık gelecek belirli kelimeleri bizden ister. Bu kelimeler önceden belirlenmişliği künyelerinde taşırlar. Uygun olan soruya uygun olan kelime yani cevap getirilmelidir. Eğer kelime bulmacasına yönelik böyle bir zorunluluğumuz olmasaydı, o zaman kelime üretimimiz hafızamızın sonsuzluğu ile boğuşmak zorunda kalacaktı. Fakat bu üretim, istenilen ile sınırlanmıştır. Dünya üzerindeki görüntüler de zihnimizi bu bulmaca gibi davranırlar, onun üzerinden kodlanılmış, resimlenmiş, adlandırılmış olanı kısıtlayarak dil ile ifade etmemizi isterler. Wittgenstein'ın sınır dediği budur. Sınırı aşmak ise sınırın ötesinden sınırın içerisini gözlemlemek ile mümkündür. Başka bir ifade ile labirentin oluşturduğu haritayı elde etmektir. Tıpkı bir astronot gibi uzaydan dünyayı seyretmek gerekir bu haritayı elde etmem için. Dil sınırı içerisinde işlenen bir sınır ötesi oluşum... Tıpkı Macbeth'in hançer, kın ve kanı birbirine bağdaştırarak gerçek hançeri yani görüntünün ötesinde duranın ötesinde duranı bağdaştırması gibi. Nihayetinde hançer yoktur.

KAYNAKÇA:

Cogito, 2002. Wittgenstein: Sessizliğin Grameri (içerisinde Ömer Naci Soykan'ın "Wittgenstein Felsefesi: Temel Kavramlar ve Sorunlar" başlıklı yazısı), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 33.Sayı, Güz.

HADOT, Pierre. 2011. Wittgenstein ve Dilin Sınırlarından. Çev: EŞEN, Murat. Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2.Baskı, Mayıs.

SHAKESPEARE, William. 2015. Çev: AKDERİN, Furkan. İstanbul: Say Yayınları, 1.Baskı.

WİTTGENSTEIN, Ludwig. 2013. Tractatus Logico-Philosophicus. Çev: ARUOBA, Oruç. İstanbul: Metin Yayınları. 7.Baskı, Ekim.

Görsel Kaynakça:

1. MECLEOD, Ben
2.HALL, Chris
3.Crepax&C. 










Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

N’OLA Kİ BU ORTODOKSLUK? ECE AYHAN’IN ORTODOKSLUKLAR’I ÜZERİNE

 GİRİŞ İkinci Yeni şiiri, şiirde anlamı düzyazıdan olabildiğince uzaklaştırmak isteyen, bundan dolayı da şiirde dizeden ziyade kelimeye yoğunlaşan bir poetik duruşa sahip bir akımdır. Cemal Süreya, ‘’Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı.’’ der. Bilindiği üzere bir kelimenin anlamı, bir bağlam içerisinde kullanıldığı zaman geçerlidir. Kelime ise, bağlamı dışında anlamsızdır. Fakat İkinci Yeni şiiri, birbirinden bağımsız, anlamsız kelimeleri kullanır. Böylece yerel ve bir bakıma da evrensel eski şiir anlayışının mısraya dayalı yapısına karşı çıkar. Alışılmış sözdiziminden uzaklaşır, bağlama dışsal olan kelimelerin kullanımını tercih eder. Yukarıdaki açıklanan yeni şiir düsturunu İkinci Yeni şiiri içerisinde hiç şüphesiz en uç biçimde kullanan şair, Ece Ayhan’dır. Ece Ayhan’ın şiiri eleştirmenlerce, şaşırtıcı, kapalı ve anlamsız olarak yorumlanır. Ece Ayhan ise, poetikasına yöneltilen bütün bu eleştirileri bertaraf edecek şekilde şiirinin hermetik olduğunu söyler. Ece Ayhan iç

ÖLMÜŞ BİR KADININ EVRAK-I METRUKESİ’NDE ÖEDİPAL KARMAŞA

Pöpüler aşk romanlarının yazarı olarak tanınan Güzide Sabri, " Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi’’ nde yasak aşk konusunu ele alır. Romana oldukça otobiyografik öğeler adapte eden yazar, romanda romantik olana temayül eden son derece hassas, kırılgan bir kadının hatıralarını kaleme alır. Romanın ilk baskısının yapıldığı tarihteki hâkim edebi bakış açısı romanın üslubunda ve yazılma nedeninde etkili olan başat unsurlardan biridir. Güzide Sabri, genellikle romanlarını aşk acısı çeken ve bundan dolayı ölüme mahkûm edilen karakterler etrafında şekillendirir. Bu açıdan ‘’Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi’’ nde yazarın külliyatında bir devamlılık sağlar. Ancak roman, yazarın diğer romanlarına nazaran psikolojik arka planın toplumsal olanla bağdaşımının en yoğun yaşandığı romanıdır. Romanda aşk acısı çeken, annesiz ve babasız büyümüş bir kadının toplumsal olana karşı bir benlik inşa etme süreci verilir. Fakat bu süreç toplumsal düzlemde sürekli olarak kesintiye uğ

TÜRK EDEBİYATINDA BİR FLÂNEUR İZLEĞİ OLARAK YUSUF ATILGAN'IN AYLAK ADAM ROMANI ÜZERİNE BİR DERLEME

"Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım." (Nilgün Marmara-Defterler) Giriş Flâneur bir kent gezginidir.En ücra köşelerine kadar metropolü arşınlar ve modern hayatın bütün görünümlerini müthiş bir aşkla gözlemler,ayıklar ve hafızasının arşivine kaydeder.Kalabalıklarda barınır,kalabalıklarla nefes alıp verir,kalabalıklara mest olur,tebdil-i kıyafet gezer.Kimse onu fark etmez; o ise herkesi fark eder.  İnsan sarrafıdır.Modern hayatın kahramanlarını o seçer.Ve kahramanları aynı zamanda yoldaşları olur.Flâneur kılıktan kılığa girerken onda erimez,aksine her defasında bireyselliğini yeniden pekiştirir.Bir dedektif gibidir,kalabalığın peçelediği izleri sürer. Flâneurün meziyetlerini 19.yüzyılün Larousse Ansiklopedisi de takdirle kaydeder; gözleri fal taşı gibi açık,kulağı kiriştedir.Kalabalıkları sürükleyen şeylerle ilgilenmez; derdi bambaşkadır, rastgele işittiği bir laf sayesinde akla hayale gelmeyecek bir kişiliği hayat onun önüne seriverir. Tıpkı karşılaştığı s