
Bu üç alanın keşfi, dil
ile düşüncenin bölünemez, parçalanamaz olarak var olmasının keşfini de bize
verir. Demokritos’un dilin ortaya çıkışına yönelik öne sürdüğü ‘’Ünlem
Teorisi’’ bu üç alanın içerisinde açıklığına daha net şekilde kavuşur.
Duyulanmaların dil malzemeleri haline dönüştürülmeleri Demokritos’un teorinde
askıda bırakılmıştır. Duyu üretimlerinin dilsel malzemelere dönüştürülmeleri
süreci hesaba katılmamıştır. Demokritos’un ‘’Ünlem Teorisi’’ üzerinden
gittiğimizde duyuların ürettikleri dilsel malzemelerin ilk olarak atomik
harfler olmaları gerekir ki böyledir de; ancak bu malzemelerin mantıksal
reaksiyonda nasıl birleştikleri tam olarak açıklanmamıştır. Demokritos’un bu
teorisi dünyayı, realist ve mekanik bir evren olarak idealar aleminin dışında
bırakır. Çünkü Demokritos’un bu teorisine göre salt bir gerçeklik bulunmuştur.
Bölünmez ve parçalanamaz olan gerçek yani atom. Nitekim sonunda o gerçeklikte
delindi ve parçalandı. Duyularımızın kurduğu dünya bize kendimizde olanı ve
kendimizde dışavurulanı verir. Acının tarifi tam yapılamasa da atomik kodlaması
gerçekleştirilmiştir, molekül olarak üretilmiştir. Dilimizi ise bu kodlamadan
önceki zamanda sadece nidalardan, duyulanmalarımızdan ibaret oluşumlardır.
Bağırdığımız zaman herhangi bir tehlikeye karşı diğerleri ile kolayca iletişime
geçebiliriz. Nasıl bağırdığımız önemli değil. Önemli olan hangi duruma karşı
üretilen tedbiri iletişim yoluyla adlandırdığımızdır. Herhangi bir etkene karşı
dışavurduğumuz tepki görüntüye, resimlere muhtaçtır. Doğadaki her olgu bir
resme yani görüntüye sahiptir. Bu karşı konulamaz bir şeydir. Olgularımızı bu
bozulamamazlık, değiştirilememezlik meydana getirir. ‘’Newton mekaniği,
örneğin dünyanın betimlenmesine birlikli bir biçim verir. Üzerinde siyah
lekeler olan bir beyaz yüzey düşünelim şimdi diyoruz: Ortaya nasıl bir tasarım
çıkarsa çıksın, bu yüzeyin betimlenmesine her seferinde istediğim yakınlığa
uygun incelikte dörtgenlerden oluşmuş bir ağ ile örtelim, her dörtgen için de
ya beyaz ya da siyahtır derim. Bu yolla, yüzeyin betimlenmesine birlikli bir
biçim getirmiş olurum.Bu biçim gelişigüzeldir,
çünkü aynı düzeyde başarılı bir sonucu, üçgenli ağla, daha yalın olurdu; yani,
yüzeyi, daha kaba bir üçgenli ağla, daha ince bir dörtgenliye yapabildiğimizden
daha dakik olarak betimleyebilirdik (ya da tersi), vb. Bu farklı ağlar gibi,
dünyanın da farklı betimlemeleri vardır. Mekanik, şunu söyleyerek bir dünya
betimlemesi biçimini belirler: Dünya betimlemesinin bütün tümceleri, belirli
sayıda verilmiş tümceden -mekaniğin aksiyomlarından- belirli bir tarzda elde
edilecektir. Bunu yapmakla, bilimsel yapının kurulması için yapıtaşlarını
sağlar ve şöyle söyler: Hangi yapıyı kurmak istersen iste, onu, bir yolla, bu
yapıtaşlarıyla ve yalnızca bunlarla çatabilirsin. (Nasıl sayılar dizgesiyle
herhangi bir sayı yazılabiliyorsa, mekaniğin dizgesiyle de fiziğin herhangi bir
tümcesi yazılabilmelidir.)’’
(Wittgenstein, TLP, 6.343, Aruoba, 2013: Syf: 157-159). ‘’Mekanik dünya
betimlemesi için gereksediğimiz bütün doğru tümceleri tek bir tasarıya göre
kurma denemesidir. ‘’ (Wittgenstein, TLP, 6.343, Aruoba, 2013: Syf: 161). ‘’Bütün mantıksal donanımlarının içinden,
fiziksel yasalar gene de dünyanın nesneleri üzerine konuşurlar.’’ (Wittgenstein,
TLP, 6.3431, Aruoba, 2013: Syf: 161). ‘’Unutmamalıyız ki, dünyanın mekanik
yoluyla betimlenmesi her zaman tam olarak geneldir. Onda, örneğin, hiçbir zaman
belirli maddesel noktalardan, her zaman yalnızca herhangi birilerinden söz
edilir.’’ (Wittgenstein, TLP, 6.3432, Aruoba, 2013: Syf: 161). Herhangi bir
nesneye karşı hissettiklerimiz o nesnenin olgu bağlamını bize verir. Dil,
irrasyonel alanda görülen, duyulan, hissedilen her şeydir. Bu Leukippos’un
neden-sonuç yasası ile çelişemez bir durumdur. Her etki eden kendine ait bir
tepkimeyi içerisinde barındırır. Bu tepkinin kendiliğidir. Tepki verenin
değişmesi, tepki alanın değişmesi demek değildir. Etki eden sabit kaldığı
sürece, etki edenin içerisinde barındırdığı sonuç olan tepki de
sabit kalır. Eğer böyle olsaydı, dünya bireysel tepkilenmeler ile içekapanık
bir dünya olurdu. ‘’Hiçbir şey, düzensiz oluşmaz, her oluşumda bir anlam ve
gereklilik vardır.’’ der, Leukippos. Haklıdır da, çünkü bu sistemin artık
düzenli olarak hissedileceği alan aynı zamanda gözlemleme imkanının da
tanındığı alandır. Leukippos’un bu sözü Wittgenstein’ın bütün düşüncelerin
dilde karşılığı ardır, şeklindeki çıkarımına benzer. Bu rasyonel alana geçişin
işaretidir. Dilde üretilen atomik malzemeler yani harfler, gözlemlenen düzenin
oluştuğu zamanda var edilenlerdir. Bu zamanın öncesi ise irrasyonel alana ait
birleşimlerdir. Bu birleşim birbirine paralel iki durumdan oluşur. Duyulanmalar
ve görüntüler, birleşimi ile irrasyonel alanı oluştururlar. ‘’Bütün
benzetmelerin, dile getiriş tarzımızın bütün resimselliğinin olanağı, tasarım
kurma mantığına dayanır.’’ Wittgenstein, TLP, 4.015, Aruoba, 2013: Syf:
49-51). ‘’Tümcenin özünü anlamak için hiyeroglif yazısını; betimlediği
olgunun tasarımlarını kuran yazıyı düşünelim. Ve harfli yazı da tasarım kurma
özünü yitirmeksizin ondan çıkmıştır.’’ (Wittgenstein, TLP, 4.016, Aruoba,
2013: Syf: 51). ‘’Bunu şuradan görüyoruz ki, tümce iminin anlamını, bize
açıklamaksızın anlarız. ‘’ (Wittgenstein, TLP, 4.02, Aruoba, 2013: Syf:
157-159). Wittgenstein’ın sözünü ettiği bu anlaşmazlık bulanıklığı meydana
getirir. Bu birleşimin düzenli hale getirilmesi rasyonel alana geçişi sağlar.
Rasyonel alan neden ve sonucun sistemleştirildiği, irrasyonel alan ise
birleştirildiği alandır. Birleşim alanı sistemleşmeye gider; sistemleşmiş
olamayandır. Rsyonel olan ile irrasyonel olan birbirlerine karşı karşıtlıklar
içeren eğilimlerdir. Rasyonel olan intersubjektif olarak iletilebilir.
İntersubjektif yargıları oluşturabilmek için kesinlik gerekir. Kesinlik ise bir
sistemleşmeyi zorunlu kılar. Bu sistemleşme dil oluşumunda bulanık alanı bize
verir.
Duyularımızın üretime
her nedene aynı sonucu üreterek deneyimin, gözlemin alanına geçmişlerdir. Dilde
atomik oluşumlar böyleye başlamış olur. Ve intersubjektif yargı içerisinde
devam kendini belli eder. Bulanık olma özelliğini ise intersubjektifin,
rasyonel bilgiyi şematik ve soyut bir hale getirerek nesnesiyle olan yakın ve
özsel temasını yitirmesiyle kurulur. Gerçeklik bu alan içerisinde kırılmıştır;
bu alan Bertrand Russell’ın sözünü ettiği ampirik doğruların duyu verilerine
göre kurulumun dayandığı alandır. Wittengenstein’a göre: ‘’Bir nedensellik
yasası olsaydı, şöyle diyebilirdi: ‘Doğa yasaları vardır.’ Fakat tabii bu
söylenemez: Kendini gösterir’’ (Wittgenstein, TLP,6.32, Aruoba, 2013: Syf:
157). ‘’Nedensellik yasası, -bu bir cins adıdır. Nasıl mekanikte, diyelim,
En Küçük yasaları varsa- örneğin En Küçük Etki, gibi- fizikte de nedensellik
yasaları, nedensellik biçiminde yasalar vardır.’’ (Wittgenstein, TLP,6.321,
Aruoba, 2013: Syf: 157). ‘’İnsanların, bir ‘En Küçük Etki Yasası’nın var
olması gerektiği konusunda, bunun tam olarak nasıl olduğunu bilmeden önce de
bir sezgileri vardı. (Burada da her yerde olduğu gibi, a priori kesin olan, saf
mantıksal olan çıkıyor ortaya.)’’ (Wittgenstein, TLP,6.3211, Aruoba, 2013:
Syf: 157). ‘’Bir sakınımın yasasına a priori olarak inanıyor değiliz;
mantıksal biçimin olanağını a priori olarak biliyoruz.’’ (Wittgenstein,
TLP,6.33, Aruoba, 2013: Syf: 157). ‘’Bütün bu tümceler; Belirlenmişlik
İlkesi, Doğanın Sürekliliği İlkesi, Doğada En Küçük Harcanım İlkesi vb. vb.,
bütün bunlar, bilim tümcelerinin olanaklı biçimleri üzerine a priori
sezgilerdir.’’ (Wittgenstein, TLP,6.34, Aruoba, 2013: Syf: 157). Beş duyu
verileri Bertrand Russell’a göre şüphe edilmeyen gerçekliği oluşturur ve beş
duyu verileri üzerinden atomik önermeler kurulur. Böylece duyu verileri ile
ampirik doğruların birbiri ile kesiştiği alan meydana gelmiş olur.Ancak birincil (primar)
nitelikler ile ikincil (sekündar) nitelikleri içerisinde barındıran dünya
görüntüler ile duyularımızın verilerin kesiştiği alanda atomik üretimlere ve
atomik önermelere dönüşür. Bu alanın bulanıklığı tıpkı Josepth Kosuth’un ‘’One
And Three Chairs’’ tablosu gibidir. Tıpkı bu sanat eserindeki gibi salt
gerçeklik ile görüntüsel olgu resim yan yanadır. Esasında ikisinin toplamı bu
alanı verir. Gerçekliğin birincil niteliğinin toplamı ile resmi aynı şeydir.
Fakat her ikisinin tamamı ikincil nitelikleri verir ki bu da alanda bulanıklığı
ve bulanıklık halkalarını yaratır. Dış gerçeklik ile atomik olgular, dille
düşünceyi aynı bölünmezliğe götüren atomik olgular bu alanda kurulur. Fakat
kesişme bulanıklık halkalarını yaratır. İkinci alanda dil ile düşünce ayrılamaz
ve parçalanamaz hale gelmiş modern atomik önermeleri bize verir. Bu alanda
nesnel benzeşim dilsel yolla ifade edilebilir. İkinci alan gerçekliğin
bilgisinin olgular yoluyla ifade edildiği alandır. Üçüncü alan karmaşığın
alanıdır yani moleküler önermelerin alanıdır. Karmaşık ile basit ayrı alanlarda
var olurlar ve böylece ayrı şeyi imlerler. Moleküler önerme yani karmaşık
basite ayrıştırılabilir. Fakat bu sefer farklı alana ait olan bir öğeyi bize
verir. Bu alanda nesnel benzeşim dilsel yolla ifade edilebilir. İkinci alan gerçekliğin
bilgisinin olgular yoluyla ifade edildiği alandır. Üçüncü alan karmaşığın
alanıdır yani moleküler önermelerin alanıdır. Karmaşık ile basit ayrı alanlarda
var olurlar ve böylece ayrı şeyi imlerler. Moleküler önerme yani karmaşık
basite ayrıştırılabilir. Fakat bu sefer farklı alana ait olan bir öğeyi bize
verir. İkinci alan bize gerçekliği keşfettiğimizin yanılgısını verir. Gerçeklik
sadece kurgulara uydurulmuştur. Tam bir gerçeklik değildir. Gerçekliğin
gerçekte neyi verdiği, nesnenin gerçekte neyi verdiği tam olarak bilinmez. Daha
önceden dediğim gibi bir ağacın gerçekte neyi imlediği bilinemez ona
sadece kurgusal ifade yoluyla ağaç diyebiliriz. Bu isimlendirme ikinci alanın
verileridir ve duyusal olan ile görüntünün kesişmesi üzerinden kurulan bulanıklık
halkalarının etrafında meydana getirilmiştir. Bulanıklık alanının ürünüdür. ‘’Yalın
imin olanaklılığını istemek, anlamın belirginliğini istemektir. ‘’ (Wittgenstein,
TLP,3.23, Aruoba, 2013: Syf: 33). İkinci
alan bulanıktır. Çünkü ‘’Karmaşığı söz konusu eden tümce, onun oluşturucu
öğesini söz konusu eden tümce ile içsel ilişki içindedir. Karmaşık ancak
betimlenmesi yoluyla verilebilir; bu da uygun olacak ya da olmayacaktır. İçinde
karmaşıktan söz edilen tümce, o var değilse, anlamsız değil, salt yanlış
olacaktır. Bir tümce – öğesinin bir karmaşığı imlediği, içinde geçtiği
tümcelerdeki belirsizlikten görülebilir. Biliriz ki, bu tümceyle henüz bir şey
belirlenmemiştir. (Genellik simgelemi de bir temel-tasarım içerir.) Bir
karmaşığın simgeleminin bir yalın simge içinde özetlenmesi, bir tanım yoluyla
dile getirilebilir. ‘’ (Wittgenstein, TLP,3.24, Aruoba, 2013: Syf: 33).
Üçüncü alan Wittgenstein’ın düşüncesine göre önermenin gerçeğin görüntüsü
haline dönüştüğü alandır.
Her göz nesneyi farklı görür; fakat onu belirlenmiş
yani sınırlanmış ve sınırlandıran bir dil etrafında şekillendirmeye mahkumdur.
Wittengenstein’ın bahsettiği dil sınırları burada bireysel algıda tıpkı bir
hapishaneye dönüşür. Modernitenin getirdiği yönlendirmelere ve kişinin diğeri
üzerindeki etkisine transformasyon yaşar dil bu açıdan bakıldığında. Tasarım
konusunda dil tanrısallaşır yahut bir patrona veya despota dönüşür. Bireye
olgular üzerinden hedef belirler. Birey dil içerisinde kendisi için sürekli
belirlenen, kendisi için çizilen yolları takip eder. Nesneleri anlamlandırma
aşaması iki güzergaha ayrılır; birinci güzergâh kolektif güzergahtır ki bu
güzergâh bireysel güzergahı kurulumunu
sağlayan güzergahtır. Fakat bu güzergâh içerisinde nesneleri adlandırmada
birey, kolektif güzergâhtan yani toplumun, toplumunu ve evrensel mahiyette bütün
insanlığın belirlediklerinden ayrı düşemez ve düşünemez. Muhakkak ortaklıklar
üretecek şekilde nesneyi anlamlandırmaya düşer.
Bir nesneyi işaret etmek onu uzay boşluğunda asılı
bırakmak anlamına gelir. Nesnenin işaretin kapsam alanına sokulması bir dili
meydana getirmez. Sadece bir dil içerisindeki atomik bir değerin bir im dili
ile açığa vurulmasıdır. İmlerin toplamı dili ortaya çıkarır. Dil için esas olan
mantıklı yani anlamlı olmasıdır. Anlamsız da bu anlamlılık üzerinden ortaya
konulur. İmler olgulara verilen değerleri belirler. Wittegenstein’ın im dediği
budur. Nesnelerin yalınlığı üzerinden kurulan işaretleme mekanizmasıdır. Bu
dilin ilkçağlarını, ilkel çağlarını açıklamak demektir. Bir olguya verilen im
değeri o olgunun içerisindeki yani olgunun toplamı olan dünyanın içindeki nesne
üzerindeki hakimiyetimizin sağlayıcısıdır. Bir im dile getirildiği zaman resim
olarak akla gelen ne ise odur. Bu resimsel değeri ise biz, dil oluşumundaki ilk
alan olan ‘birleşim alanı’ndan elde ederiz. Her işaret bir nesneyi hedefler,
böylece nesne uzay boşluğuna asılı kalsa dahi bir görüntüye sahip olur. Onun
anlamlı olması veya anlamsız olması ise tümce içerisinde ortaya çıkarılır.
İm’in tümce içerisindeki değeri nesnenin dünya içerisindeki değeri ile eşittir.
İm böylece farklı bir dili bünyesinde oluşturmuş olur. İm’in oluşturduğu bu dil
resimsel mekanizmasına ve mekanizmanın oluşturduğu resimsel ifadenin dilidir.
İşaret etmek yani bir nesneyi imlemek o nesne üzerinden o, ben, sen üçgeninde
iletişimi oluşturmak demektir. O, nesne olandır ve özne sürekli ‘sen’ ile bu
nesneyi yapılandırır. İletişim esnasında nesne yani im’in dile gelişi çeşitli
yapı taslakları, tasarımlar olarak yeniden kurulur ve dünya üzerinde yeniden yapılandırılır.
Bu nesnenin zihin içerisindeki sabit yerinin üçgen içerisinde esnemesine neden
olur. Bu esneme nesnenin tümce içerisindeki olanağını etkilemez, sadece
kurgusallık içerisindeki yerini değiştirir. Bu esneme bir sabitlikten diğerine
geçiştir. Sabitliklerin toplamı nesnelerin olgu bağlamlarını verir. Nesnenin
anlamı bu sabitliklerin ışığında görünür olabilir. Wittgenstein’a göre bu
yalnızca olguların anlamı dile getirmesidir. İsimler tek başlarına iletişim
üçgeni kurulmadan uzayda yer kaplarlar. ‘’Her tanımlanan im, tanımlanmasında
kullanılan imlerin ötesini imler, tanımla da yolu gösterir. Biri temel im olan,
biri temel imlerce tanımlanmış olan iki im, aynı tarzda imleyemezler. Adlar
tanımlarca bölünemezler. (Tek başına bağımsız imlemi olan im yok.)’’
(Wittgenstein, TLP,3.261, Aruoba, 2013: Syf: 33-35).

‘’Tümce-iminin özü, yazılı yerine uzamlı nesnelerin
(masalar, iskemleler, kitaplar gibi) bir araya gelerek oluşturduğunu düşünürsek
iyice açıklık kazanır. Bu şeylerin karşılıklı uzamsal konumları da o zaman
tümcenin anlamını dile getirirdi.’’ (Wittgenstein,
TLP,3.1431, Aruoba, 2013: Syf: 33).
‘’Tümcenin
içinde düşünce öyle dile gelir ki, düşüncenin nesneleri, tümce iminin öğeleri
karşılar.’’ (Wittgenstein,
TLP,3.2, Aruoba, 2013: Syf: 31).
‘’Bu
öğelere ‘yalın imler’, tümceye de ‘tam çözümlenmiş’ diyorum.’’ (Wittgenstein, TLP,3.201, Aruoba, 2013: Syf:
33).
‘’Ad
nesneyi imler. Nesne, onun imlemidir. (‘A’ ile ‘A’ aynı imdir.’’ (Wittgenstein, TLP,3.203, Aruoba, 2013: Syf:
31).
‘’Yalın
imlerin tümce-imi içindeki karşılıklı-biçimlenmesi, olgu durumundaki nesnelerin
karşılıklı-biçimlenmesini karşılar.’’
(Wittgenstein, TLP,3.22, Aruoba, 2013: Syf: 31-33).
‘’Ad,
tümce içinde nesnenin yerini tutar.’’
(Wittgenstein, TLP,3.22, Aruoba, 2013: Syf: 33).
‘’Tümcenin
ancak bir ve tek bir tam çözümlemesi vardır.’’ (Wittgenstein, TLP,3.25, Aruoba, 2013: Syf: 33).
‘’Tümce,
dile getirdiğini, belirgin, açık olarak belirtebilecek biçimde dile getirir:
Tümce, eklemlidir.’’ (Wittgenstein,
TLP,3.251, Aruoba, 2013: Syf: 33).
Saussure ise bu yapıyı dil dizini olarak ele alanları
eleştirir. Bu dil dizini, dilin temel ilkesidir. Saussure göre dil, bir
terimler dizgesi değildir. Her dil öğesi bir nesneye karşılık gelmektedir, gibi
bir görüş eleştirilmelidir. Wittgenstein’ın savunuşu bu öğelerin dilin atomik
öğeleri olduğu yönündedir. Saussure’ün eleştirisi ise dilde hazır kavramların
olduğunun savunulması ve ismin (yalın im) ses özellikli mi yoksa anlıksal mı
olduğunun belirtilmemesidir. Bu hazır kavramlar dilde sabitliği
gerçekleştirirler. Fakat sabitlik karşılık-biçimlenme alanında esnekliğe
kavuşabilir. Çünkü dil canlıdır ve sürekli değişim yaşar. Saussure’e göre ismi
nesne ile birleştiren bağ çok yalın değildir. Halbuki Wittgenstein’a göre
yalınlığın sahibi ismin ve ismin imlediğinin kendisidir. ‘’Nesne yalındır.’’
(Wittgenstein, TLP,2.02, Aruoba, 2013: Syf: 19). Ve ‘’ Tümcede kullanılan
yalın imlere ad denir.’’ (Wittgenstein, TLP,3.202, Aruoba, 2013: Syf: 33).
Nesnelerin zihinde yarattığı resim, Saussure de sesin anlıksal izi olarak
nitelendirilir. Bu anlıksal izlerin toplamı resmin bir tasarımını bize verir.
Sabit olan bu tasarımın kendisidir. Çünkü o temel imdir. ‘’Ad, hiçbir
tanımla daha öte öğelerine doğru çözümlenemez: ad, bir temel imdir.’’
(Wittgenstein, TLP,3.2, Aruoba, 2013: Syf: 31). ‘’Yalın imlerin(kelimelerin)
imlemlerinin bize açıklanması gerekir, ki onları anlayalım. Tümceleri ise
kendimiz anlarız.’’ (Wittgenstein, TLP,4.26, Aruoba, 2013: Syf: 53).
Kelimenin (ismin yerini tutan dilbilimsel yapı yani dilbilimsel temel im)
nesnelerin isimlendirildikten sonra açığa çıkması, anlaşılabilmesi ve bütün
sonuçları verebilmesi için dil yani eklemli tümcelerin dizgesi zorunludur.
Fakat dilin yerleşebilmesi için kelime zorunludur. Dilin evrimini sağlayan
dilegetirilen nesnelerde gizlidir. ‘’Bir as bir şey yerine geçer, bir
başkası da bir başka şey yerine, aralarında da bağlantılıdırlar, böylece -canlı
bir resim gibi- olgu bağlamını kurup ortaya koyarlar.’’ (Wittgenstein,
TLP,4.0311, Aruoba, 2013: Syf: 53). Dilsel alışkanlıklarımızı değiştiren,
başkalarını duyarak edindiğimiz izlenimdir. Esnekliğin oluşumu bu izlenim ile
meydana gelir. Demek ki dille kelime arasında karşılıklı bağımlılık vardır.
Dil. Kelimenin (sözün) hem aracı hem de ürünüdür. Ne var ki, bütün söylenenler
dille kelimenin birbirinden apayrı şeyler olması yolunda önlenemez. Fakat dilin
öz niteliğini bulmak istiyorsak onu aynı
türden dizgelerle kurduğu ortaklık açısından ele almalıyız. İlk bakışta çok
önemli gibi görünen birçok dilsel etken (örneğin; ses aygıtının işleyişi) dili
öbür dizgelerden ayırmak dışında bir işe yaramıyorsa ancak ikinci sırada yer
almalıdır. Bu yoldan hem dil sorunu aydınlatılacak hem de kutsal törenler,
gelenek, görenek ya da töreler vb. gösterge olarak incelenmesiyle bu olguların
yeni kimlikle ortaya çıktığı görülecektir. Dil burada aracı kimliğinden
uzaklaşıp Derrida’nın ifade ettiği taşıyıcı kimliğine yönelmektedir. Dil,
konuşan kişinin bir işlevi değildir; bireyin edilgen biçimde belleğine
aktardığı üründür. Bireyi bu edilgenliği içerisinde bulunduğu toplumdan
kaynaklanmaktadır. Dil de kelime gibi somut niteliklidir. Dilsel göstergeler
temelde anlıksalsa da birer soyutlama değildir. Toplumun onayladığı ve tümü
dili oluşturan birleştirmeler zihinde yer alan gerçekliklerdir. Üstelik dil
göstergelerini neredeyse tutabiliriz. Toplum içinde dil her zihinde bulunan bir
izler bütünü olarak yaşar ve birbirinin eşi örnekleri bireylere dağıtılmış bir
sözlüğü andırır bir bakıma. Dil varlığını yalnızca topluluk üyeleri arasında
yapılmış bir tür sözleşmeye borçludur. ‘’Dil göstergesi bir nesne ile bir
ismi birleştirmez, bir kavramla bir işitim imgesini birleştirir. İşitim imgesi
salt fiziksel nitelikli olan özdeksel ses değildir, sesin anlıksal izidir,
duyularımızın tanıklığı yoluyla bizde oluşan tasarımdır. Duyumsaldır bu imge.
Eğer yer yer ‘özdeksel’ diye de nitelendirilirse, bundan yalnızca imgenin
duyumsallığı ve genellikle daha soyut olan öbür çağrışım öğesinin, karamın
karşıtı olarak ele alındığı anlaşılmalıdır.’’ (Saussure, 1998: Syf:109).
Saussure’ün ifade etmek istediği Saussure’ün kitabının Türk çevirmenine göre
kelimenin doğal tasarımıdır. Saussure dil’i dış etkenelrin oluşturduğu bir
birikimler toplamı olarak görür. Dış etkenlerin duyularımıza etkisi daha önce
de yukarıda sözünü ettiğimiz dilde birleşim alanı isimli dil oluşumu alanındaki
ilk alanı oluşturur. Bu alan im’lerin duyular yoluyla üretildiği ilk alandır.
Dış etkenlerin duyularımızda yarattığı her etkiye karşı oluşturulan tepkimeye
göre üretilen simgelerdir. Korkunun simgesi seslenimler, acının simgesi
seslenimler, tehlikeye karşı uyarı bağlamında seslenimler… Bu simgeler kendi öz
niteliğini yazınsal simge içerisinde de kaybetmezler. Yazınsal simgede; ‘’İm,
simgede duyusal algılanabilir olandır.’’ (Wittgenstein, TLP,3.32, Aruoba,
2013: Syf: 37). İlk alanda nedensiz olan göstergeler ise ikinci alanda bir
nedene bağlanırlar; çünkü bu alanda bir düzenek kurulmuştur ve aynı neden aynı
sonucu üretmiştir. Saussure’ün bahsettiği anlıksal iz olan ses ise düşüncenin
aracıdır ve tek başına varlıktan yoksundur. Karmaşık bir işitim eklenleme
birimi olan ses kavramla kaynaşarak gene karmaşık nitelikli fizyolojik ve
anlıksal bir birim oluşturur. Dil yetisi yani konuşma ise her an yerleşik
dizgeyle gerçekleştirilen bir evrim içerir hem çağdaş bir kurumdur hem de
geçmişin üründür her an. Dil yetisi yani konuşma yeteneği bütün öbür
gerçekleşmelerin kuralı, temel ilkesidir. Dil, dil yetisinin en önemli fakat
yalnızca belli bir bölümüdür. Hem dil yetisinin toplumsal ürünüdür hem de bu
yetinin bireylerce kullanılabilmesi için toplumun benimsediği zorunlu bir
uzlaşım bütünüdür. Dil yetisinden yaralanabilmek için doğadan gelen bir nitelik
içgüdüyle bağlanması, onun önüne geçmesi gerekir. Dil sanmak son derece
yanlıştır. Gerçekte, dildeki her şey ruhsaldır. Ses değişimleri gibi dilin
özdeksel ve bilinçsiz görünüşleri bu özelliği taşır. ‘’Wittgenstein, bir
dilbilimin temel kavramlarından biri olan gösterge ile önemli retorik figür,
dolayısıyla da yazınsallaştırma aracı olan simge arasında yakınlık görür.
Wittgenstein’a göre, belirleme, sadece simgelerin
bir betimlemesidir ve gösterilen üzerine hiçbir şey söylenemez. Bu belirlemenin
özsel özelliğidir. Gösterge, simgede duyusal algılanabilir olandır.
Dolayısıyla, iki farklı simge göstergeye/ime (yazılı gösterge veya sözlü
gösterge) ortaklaşa sahip olabilirler. Tümcenin anlamı değişmeden simgenin
özsel öğesi değişmez. Böyle durumlarda söz konusu simgeler, farklı tarzda
nitelendirilirler. Wittgenstein’ın anlatımıyla, aynı gösterge asla iki ayrı
nesnenin ortak belirtisi imlenemez; aynı gösterge ile sadece keyfidir veya
nedensizdir (…) Wittgenstein’a göre, gösterge, özsel ve raslantısal
çizgilere/niteliklere sahiptir. Dolayısıyla, aynı anlamı dile getiren bütün
tümcelerin ortak yönü, tümcedeki özsel olandır. Bu nedenle de genel olarak
simgede özsel olan, aynı amacı yerine getirilebilen bütün simgelerin ortak
yönüdür. Ayrıca, simgede imleyici/niteleyici olan, mantıksal sözdizimi
kurallarına göre, onun yerine koyulabilecek olan bütün simgelerin ortak
yönüdür.’’ (Kula, 2012: Syf:
154-155).
Wittgenstein
için sabit yapı, mantıksal yapıyı bize verir. Notebooks’unda dünyanın sabit bir
yapısının olduğundan söz eder. Bu yapı şüphesiz ki Wittgenstein için mantıksal
yapıdır. Matıksal yapı, Tractatus’ta nesneleri birbirine bağlayan bir düzeneği
meydana getirir Bu düzenek aynı zamanda önermelerin de birbiriyle olan ayrılmaz
bağlatışını bize veren ve Wittgenstein’ın Tractatus’un son önermelerinde bize
bahsettiği merdivenin ta kendisidir. Wittgenstein’da dört sınır bulunmaktadır.
Bunlar;
1.Dilin
Sınırı
2.Mantığın
Sınırı
3.Dünyanın
Sınırı
4.Düşüncenin
Sınırı
Dilin sınırı mantığın ve
dünyanın sınırını, mantığını sınırı ise dünyanın sınırını kapsar. Düşüncenin
sınırı bütün sınırlardan sonra olan ve diğer bütün sınırlardan etkilenen
sınırdır. Kurgusallık bu sınırı içerisinde hâkim olan tek şeydir. Dil
sınırından bağımsız özgün bir düşünce sınırı yoktur ve üretemeyiz de. Bu sınır
aynı zamanda gerçeklikte uzaklaşmaya neden olan etki edenin de oluştuğu
sınırdır. Üçüncü alanı bize verir ki bu alan da belirsizliğin alanıdır.
Mantığın sınırının ikinci sınır olmasının sebebi dilin önceliği, mantığın
sondalığındandır. Her bir sınır bir doğru gibi kendi tutarlılıklarında tek
düzlem içerisindedirler. Dışına çıkmak bu düzlemin yani doğrunun dışına
çıkmaktır. Bu başka bir düzlemin dışına çıkmaktır aynı zamanda. Biz bu doğru düzlemlerinin
içerisinde oldukça bu düzlemlerin dışı bize farklı bir şeyin yani sınırların
dışını verir. Bu ise imkansızdır. Çünkü bize anlamı ifade eden bütün sınırlar
bu düzlemin içerisindedirler. Her bir sınır bir toplam görüntüyü iç içelik ile
oluşturur. Bu sınırın bütün unsurlarının tam olarak nerede başlayıp nerede
bittiği tam olarak bilenemez; çünkü her biri merdiveni yani toplam görüntüyü
oluşturan basamaklardan ibarettir. Basamağın bir tanesinin noksanlığı merdivenin
noksanlığını verir. Biz sadece uzaydan dünyaya bakan bir astronot gibiyizdir bu
sınırların karşısında. Merdivene adım attığımız zaman onun içerisindeyizdir.
Wittgenstein
tıpkı nesne kümeleri gibi olgu bağlamları oluşturur. Demek istediği dilin
belirli sınırlar içerisinde yer alan belirli kümelerden oluştuğudur. Dil bu
kümeler içinde bir araya gelen dilin molekülsel oluşumlarından meydana gelir.
Öncesi sadece atomik birleşmelerdir. Bu atomik birleşmeleri mantıksal sınır
içerisinde yaparız. Kısaca, tümceleri ve tümcelerin birleşmeleri ile dili
meydana getiririz. Mantıksal alan içerisinde meydana gelen birleşimler
söylenebilir olanı açığa çıkarır. Bu alanın dışında kalan şey ise sadece
sessizliktir. Mantıksal alanda meydana gelen dile getirileni veren dil esas
manası ile salt anlamında çıkan ve revizyon edilen bir dildir. Önceden var
olanın yapılandırılması sadece bu alan içerisinde gerçekleştirir. Ve en son
sınır ise dilin oluşturduğu dilin sınırında oluşan ve sınır çizgisinin içinde
meydana gelen diğer sınırdır.
Temsil
etmeye kalkışsak; dilin sınırı ve dünyanın sınırı doğru içerisindeki doğru
gibidir. Ve tek bir görüntü. Fibonacci dizindeki gibi kusursuzu veren
birleşimlerin bir araya gelişi. Kısacası dil…
Banu KAPKINER
Kaynakça:
Adjukiewicz,
Kazimierz, (1994). Felsefeye Giriş Temel Kavramlar ve Kuramlar, (Ahmet Cevizci,
Çev.), Ankara: Gündoğan Yayınları, İkinci Baskı, Nisan.
Aksan,
Doğan (2009). Her Yönüyle Dil Ana Çizgileriyle Dilbilim, Ankara: Türk Dil
Kurumu Yayınları (TDK), 5.Baskı, Şubat.
Kula,
Onur Bilge, (2012). Dil Felsefesi Edebiyat Kuramı I., İstanbul: Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, I.Basım, Eylül.
Saussure,
d. Ferdinand. (1998). Genel Dilbilim Dersleri, (Berke Vardar, Çev.) İstanbul:
Multılıngual Yayınları.
Störig,
H.J, (2000). İlkçağ Felsefesi Hint Çin Yunan. (Ömer Cemal Güngören, Çev.) Ankara:
Yol Yayınları, İkinci Basım, Mayıs.
Wittgenstein,
Ludwig, (2004). Defterler 1914-1916, (Ali Utku, Çev.), İstanbul: Birey
Yayınları, I. baskı.
Wittgenstein,
Ludwig. (2013). Tractatus Logico- Phılosophicus. (Oruç Aruoba, Çev.) İstanbul:
Metis Yayınları/ 7. Basım, Ekim.
Banu hanım, aydınlatıcı ve bilgilendirici yazınız için çok teşekkür ve tebrik ederim. Daha nice yazılarınızı okumak umudu ile sevgiyle selamlıyorum.
YanıtlaSil