Ana içeriğe atla

TRACTATUS LOGİCO PHİLOSOPHICUS ÜZERİNDEN DİL OLUŞUMUNDA BİRLEŞİM ALANI Dil OLUŞUMUNDA BULANIKLIK ALANI VE DİL OLUŞUMUNDA BELİRSİZLİK ALANININ KURULUMU -1

 





TRACTATUS LOGİCO PHİLOSOPHICUS ÜZERİNDEN DİL OLUŞUMUNDA BİRLEŞİM ALANI Dil OLUŞUMUNDA BULANIKLIK ALANI VE DİL OLUŞUMUNDA BELİRSİZLİK ALANININ KURULUMU -1


Gerçeklik dokunabileceğimiz mesafede; fakat bir o kadar da dile getiremeyeceğimiz kadar uzak mesafededir. Kelimeler, dünya tasımının zihindeki kırılmalarıdır. Duyularımız kendisi ile temasa geçen bir etken sonrası birer birer anlama doğru yönelirler. Nidalar vb. sonrasında dilsel fonksiyonalar olarak belirlediğimiz dışavurumlar dile doğru yönelen artikülasyonumuzun en tutarlı başlangıçları olarak belirlenirler. İnsanoğlu, nesneleştirdiği doğayı dil üretiminden sonra farklı duyumsamaya başlamıştır. Dil, ortaya çıktığı bu hali ile bilinmeze iyice gömülmüştür. İnsanoğlu ilk olarak evrende kendisi ile karşılaşır. Karşılaşmayı yönlendiren ise duyularıdır. Duyusal, algılanabilir olanın oluşumu ise dilde irrasyonel olarak açığa çıkar ve rasyonel olana doğru evrilme yaşar. İrrasyonelin oluşumuna ise etki eden doğadan gelen uyarımlardır. Doğanın insan üzerinde yarattığı etki sürekli olarak bir mecburiyet tepkimesini açığa çıkarır. Korku, acı, sevgi, ürperti, vb. duygularımız duyularımız tarafından üretildiğinde esasen ne oldukları tam olarak bilinmemektedir. Neden ‘’acı’’ gibi bir kelime türetmiştir insanoğlu? Bu sorunun kesin bir cevabı yok. Çünkü ilk olana yani irrasyonel olana aittir. İnsanın kendisi ile ilk karşılaşmasına, kendisinden sonra varlığını doğaya adapte etmesine bağlı olan bir aitliktir irrasyonel yönelimler. Acının, hazzın, sevginin, öfkenin, nefretin, tehlike karşısındaki ürpertinin kaynağı irrasyonel algılarımızdır. İrrasyonel algılar içten dışa doğru hareket ederler. Aynı zamanda dış etkenin de güdümünde içten dışa yani dış etkene yönelim halindedirler. Dış etken daima resim, görüntü ya da ses halindedir; görüntü ve ses halinde hareket içerisindedir. Dış etken devinimsel olandır. Aşağıdaki göstergelerden birinci maddedeki içerik bunu ifade etmektedir. Şöyle ki birinci maddedeki içerikte birbirine paralel iki çizgi bulunmaktadır. İlk çizgi içten geleni yani irrasyonel olanı, ikinci ise dış etkeni yani doğadaki görüntüleri ve sesi oluşturmaktadır. Bu iki paralel çizginin toplamı bize ikinci maddedeki içeriği verir. Doğadakigörüntüler, gözlerimizin bağımsız olarak etki içerisinde kaldığı resimler ile içten gelen engel olamadığımız dürtülerimizin birleşmesi, duyularımızın süreğen görüntülerin ise devinimden dolayı değişken olması sürecini yaşarlar. Fakat duyular, doğanın resmini duyulanabilir olana çevirdiği vakit artık ikinci aşamaya ulaşmamış olmaktadır.  Bu ikinci aşama rasyonel aşamadır. Resimlerin zihin içerisine hapsi ve olgular haline dönüşmesi ikinci maddenin açıklamasını bize verir. İkinci aşamada insanoğlu irrasyonel alanda keşfettiği dünyayı zihnine kodlaması ile rasyonel hale dönüştürmüştür. Artık irrasyonel alanda keşfettikleri rasyonel alanda imlenecektir. Rasyonel alana geçiş irrasyonel alandan irrasyonel olanın yüklem haline dönüştürülmesi ile mümkündür. ‘’Bu nedir?’’ sorusuna rasyonel alanda cevap veririz; fakat sorunun cevabının ilk üretim aşamasını irrasyonel alanda yaparız. Mesela ‘’Bu bir masadır.’’  cevabı ise dilde irrasyonel yüklem olanı karşılamaktadır. İrrasyonel yüklemler rasyonel alana aittir. Fakat rasyonel olan değildir. Çünkü rasyonel alan aynı zamanda kurgusal olanın da alanıdır. Kurgusal olan ise realite yoksa meydana gelendir. Ortada böylece kocaman bilinemeyenler alemi iki alanın geçiş aşamasında ardaşıklıkları ile oluşur. Bu bilenemeyen alan aşağıdaki üçüncü maddenin içerisindeki içeriğin alanıdır. İrrasyonel olan ile rasyonel olan paralelliklerini yitirerek toplamlarından sonra bulanıklık alanı içerisinde birbirini kesek iki kavrama dönüşürler. Ve böylece döngüsel bir üretime girerler. İrrasyonel olan ile rasyonel olan artık aynı alan içerisinde ortak üretimleri dilde yapabilmektedirler. Üçüncü maddedeki içerik dilde bilinemeyenlerin belirsizlik alanıdır. Bu alanda irrasyonel olan ile rasyonel olan birbirini yansıtan iki kavrama dönüşürler. Bu alan bize dilde isimlendirmeler ile nesnelerin birbirleri ile örtüştüğü alanı verir. İrrasyonel olan ile rasyonel olan bu alan içerisinde birbirinden ayırt edilemezler. Çünkü birbirlerini yansıtırlar. 
Zihin içerisinde nesne üzerindeki kesin yargılarımızın oluşma aşaması gerçekleştirilmektedir. Bu durumda birini diğerinden ayırt etmek nasıl mümkün olabilir? Çünkü bilinmeyen tek bir değerdedir; bundan dolayıdır ki doğruluğu ve yanlışlığı, geçerliliği ve geçersizliği yoktur. Bu evren üzerindeki sonsuz sayıda bilgi ve bilgisizlik demektir. Bu aşamada biz artık dilin nasıl ortaya çıktığını bilemeyiz; çünkü irrasyonel olan ile rasyonel olan dilde aynı şeyi imlemektedirler. Tıpkı ‘’tanrı’’, ‘’kırmızı’’,’’elma’’ kelimeleri gibi.



Bu üç alanın keşfi, dil ile düşüncenin bölünemez, parçalanamaz olarak var olmasının keşfini de bize verir. Demokritos’un dilin ortaya çıkışına yönelik öne sürdüğü ‘’Ünlem Teorisi’’ bu üç alanın içerisinde açıklığına daha net  şekilde kavuşur. Duyulanmaların dil malzemeleri haline dönüştürülmeleri Demokritos’un teorinde askıda bırakılmıştır. Duyu üretimlerinin dilsel malzemelere dönüştürülmeleri süreci hesaba katılmamıştır. Demokritos’un ‘’Ünlem Teorisi’’ üzerinden gittiğimizde duyuların ürettikleri dilsel malzemelerin ilk olarak atomik harfler olmaları gerekir ki böyledir de; ancak bu malzemelerin mantıksal reaksiyonda nasıl birleştikleri tam olarak açıklanmamıştır. Demokritos’un bu teorisi dünyayı, realist ve mekanik bir evren olarak idealar aleminin dışında bırakır. Çünkü Demokritos’un bu teorisine göre salt bir gerçeklik bulunmuştur. Bölünmez ve parçalanamaz olan gerçek yani atom. Nitekim sonunda o gerçeklikte delindi ve parçalandı. Duyularımızın kurduğu dünya bize kendimizde olanı ve kendimizde dışavurulanı verir. Acının tarifi tam yapılamasa da atomik kodlaması gerçekleştirilmiştir, molekül olarak üretilmiştir. Dilimizi ise bu kodlamadan önceki zamanda sadece nidalardan, duyulanmalarımızdan ibaret oluşumlardır. Bağırdığımız zaman herhangi bir tehlikeye karşı diğerleri ile kolayca iletişime geçebiliriz. Nasıl bağırdığımız önemli değil. Önemli olan hangi duruma karşı üretilen tedbiri iletişim yoluyla adlandırdığımızdır. Herhangi bir etkene karşı dışavurduğumuz tepki görüntüye, resimlere muhtaçtır. Doğadaki her olgu bir resme yani görüntüye sahiptir. Bu karşı konulamaz bir şeydir. Olgularımızı bu bozulamamazlık, değiştirilememezlik meydana getirir. ‘’Newton mekaniği, örneğin dünyanın betimlenmesine birlikli bir biçim verir. Üzerinde siyah lekeler olan bir beyaz yüzey düşünelim şimdi diyoruz: Ortaya nasıl bir tasarım çıkarsa çıksın, bu yüzeyin betimlenmesine her seferinde istediğim yakınlığa uygun incelikte dörtgenlerden oluşmuş bir ağ ile örtelim, her dörtgen için de ya beyaz ya da siyahtır derim. Bu yolla, yüzeyin betimlenmesine birlikli bir biçim getirmiş olurum.Bu biçim gelişigüzeldir, çünkü aynı düzeyde başarılı bir sonucu, üçgenli ağla, daha yalın olurdu; yani, yüzeyi, daha kaba bir üçgenli ağla, daha ince bir dörtgenliye yapabildiğimizden daha dakik olarak betimleyebilirdik (ya da tersi), vb. Bu farklı ağlar gibi, dünyanın da farklı betimlemeleri vardır. Mekanik, şunu söyleyerek bir dünya betimlemesi biçimini belirler: Dünya betimlemesinin bütün tümceleri, belirli sayıda verilmiş tümceden -mekaniğin aksiyomlarından- belirli bir tarzda elde edilecektir. Bunu yapmakla, bilimsel yapının kurulması için yapıtaşlarını sağlar ve şöyle söyler: Hangi yapıyı kurmak istersen iste, onu, bir yolla, bu yapıtaşlarıyla ve yalnızca bunlarla çatabilirsin. (Nasıl sayılar dizgesiyle herhangi bir sayı yazılabiliyorsa, mekaniğin dizgesiyle de fiziğin herhangi bir tümcesi yazılabilmelidir.)’’ (Wittgenstein, TLP, 6.343, Aruoba, 2013: Syf: 157-159). ‘’Mekanik dünya betimlemesi için gereksediğimiz bütün doğru tümceleri tek bir tasarıya göre kurma denemesidir. ‘’ (Wittgenstein, TLP, 6.343, Aruoba, 2013: Syf: 161).  ‘’Bütün mantıksal donanımlarının içinden, fiziksel yasalar gene de dünyanın nesneleri üzerine konuşurlar.’’ (Wittgenstein, TLP, 6.3431, Aruoba, 2013: Syf: 161). ‘’Unutmamalıyız ki, dünyanın mekanik yoluyla betimlenmesi her zaman tam olarak geneldir. Onda, örneğin, hiçbir zaman belirli maddesel noktalardan, her zaman yalnızca herhangi birilerinden söz edilir.’’ (Wittgenstein, TLP, 6.3432, Aruoba, 2013: Syf: 161). Herhangi bir nesneye karşı hissettiklerimiz o nesnenin olgu bağlamını bize verir. Dil, irrasyonel alanda görülen, duyulan, hissedilen her şeydir. Bu Leukippos’un neden-sonuç yasası ile çelişemez bir durumdur. Her etki eden kendine ait bir tepkimeyi içerisinde barındırır. Bu tepkinin kendiliğidir. Tepki verenin değişmesi, tepki alanın değişmesi demek değildir. Etki eden sabit kaldığı sürece, etki edenin içerisinde barındırdığı sonuç olan tepki de sabit kalır. Eğer böyle olsaydı, dünya bireysel tepkilenmeler ile içekapanık bir dünya olurdu. ‘’Hiçbir şey, düzensiz oluşmaz, her oluşumda bir anlam ve gereklilik vardır.’’ der, Leukippos. Haklıdır da, çünkü bu sistemin artık düzenli olarak hissedileceği alan aynı zamanda gözlemleme imkanının da tanındığı alandır. Leukippos’un bu sözü Wittgenstein’ın bütün düşüncelerin dilde karşılığı ardır, şeklindeki çıkarımına benzer. Bu rasyonel alana geçişin işaretidir. Dilde üretilen atomik malzemeler yani harfler, gözlemlenen düzenin oluştuğu zamanda var edilenlerdir. Bu zamanın öncesi ise irrasyonel alana ait birleşimlerdir. Bu birleşim birbirine paralel iki durumdan oluşur. Duyulanmalar ve görüntüler, birleşimi ile irrasyonel alanı oluştururlar. ‘’Bütün benzetmelerin, dile getiriş tarzımızın bütün resimselliğinin olanağı, tasarım kurma mantığına dayanır.’’ Wittgenstein, TLP, 4.015, Aruoba, 2013: Syf: 49-51). ‘’Tümcenin özünü anlamak için hiyeroglif yazısını; betimlediği olgunun tasarımlarını kuran yazıyı düşünelim. Ve harfli yazı da tasarım kurma özünü yitirmeksizin ondan çıkmıştır.’’ (Wittgenstein, TLP, 4.016, Aruoba, 2013: Syf: 51). ‘’Bunu şuradan görüyoruz ki, tümce iminin anlamını, bize açıklamaksızın anlarız. ‘’ (Wittgenstein, TLP, 4.02, Aruoba, 2013: Syf: 157-159). Wittgenstein’ın sözünü ettiği bu anlaşmazlık bulanıklığı meydana getirir. Bu birleşimin düzenli hale getirilmesi rasyonel alana geçişi sağlar. Rasyonel alan neden ve sonucun sistemleştirildiği, irrasyonel alan ise birleştirildiği alandır. Birleşim alanı sistemleşmeye gider; sistemleşmiş olamayandır. Rsyonel olan ile irrasyonel olan birbirlerine karşı karşıtlıklar içeren eğilimlerdir. Rasyonel olan intersubjektif olarak iletilebilir. İntersubjektif yargıları oluşturabilmek için kesinlik gerekir. Kesinlik ise bir sistemleşmeyi zorunlu kılar. Bu sistemleşme dil oluşumunda bulanık alanı bize verir.

Duyularımızın üretime her nedene aynı sonucu üreterek deneyimin, gözlemin alanına geçmişlerdir. Dilde atomik oluşumlar böyleye başlamış olur. Ve intersubjektif yargı içerisinde devam kendini belli eder. Bulanık olma özelliğini ise intersubjektifin, rasyonel bilgiyi şematik ve soyut bir hale getirerek nesnesiyle olan yakın ve özsel temasını yitirmesiyle kurulur. Gerçeklik bu alan içerisinde kırılmıştır; bu alan Bertrand Russell’ın sözünü ettiği ampirik doğruların duyu verilerine göre kurulumun dayandığı alandır. Wittengenstein’a göre: ‘’Bir nedensellik yasası olsaydı, şöyle diyebilirdi: ‘Doğa yasaları vardır.’ Fakat tabii bu söylenemez: Kendini gösterir’’ (Wittgenstein, TLP,6.32, Aruoba, 2013: Syf: 157). ‘’Nedensellik yasası, -bu bir cins adıdır. Nasıl mekanikte, diyelim, En Küçük yasaları varsa- örneğin En Küçük Etki, gibi- fizikte de nedensellik yasaları, nedensellik biçiminde yasalar vardır.’’ (Wittgenstein, TLP,6.321, Aruoba, 2013: Syf: 157). ‘’İnsanların, bir ‘En Küçük Etki Yasası’nın var olması gerektiği konusunda, bunun tam olarak nasıl olduğunu bilmeden önce de bir sezgileri vardı. (Burada da her yerde olduğu gibi, a priori kesin olan, saf mantıksal olan çıkıyor ortaya.)’’ (Wittgenstein, TLP,6.3211, Aruoba, 2013: Syf: 157). ‘’Bir sakınımın yasasına a priori olarak inanıyor değiliz; mantıksal biçimin olanağını a priori olarak biliyoruz.’’ (Wittgenstein, TLP,6.33, Aruoba, 2013: Syf: 157). ‘’Bütün bu tümceler; Belirlenmişlik İlkesi, Doğanın Sürekliliği İlkesi, Doğada En Küçük Harcanım İlkesi vb. vb., bütün bunlar, bilim tümcelerinin olanaklı biçimleri üzerine a priori sezgilerdir.’’ (Wittgenstein, TLP,6.34, Aruoba, 2013: Syf: 157). Beş duyu verileri Bertrand Russell’a göre şüphe edilmeyen gerçekliği oluşturur ve beş duyu verileri üzerinden atomik önermeler kurulur. Böylece duyu verileri ile ampirik doğruların birbiri ile kesiştiği alan meydana gelmiş olur.Ancak birincil (primar) nitelikler ile ikincil (sekündar) nitelikleri içerisinde barındıran dünya görüntüler ile duyularımızın verilerin kesiştiği alanda atomik üretimlere ve atomik önermelere dönüşür. Bu alanın bulanıklığı tıpkı Josepth Kosuth’un ‘’One And Three Chairs’’ tablosu gibidir. Tıpkı bu sanat eserindeki gibi salt gerçeklik ile görüntüsel olgu resim yan yanadır. Esasında ikisinin toplamı bu alanı verir. Gerçekliğin birincil niteliğinin toplamı ile resmi aynı şeydir. Fakat her ikisinin tamamı ikincil nitelikleri verir ki bu da alanda bulanıklığı ve bulanıklık halkalarını yaratır. Dış gerçeklik ile atomik olgular, dille düşünceyi aynı bölünmezliğe götüren atomik olgular bu alanda kurulur. Fakat kesişme bulanıklık halkalarını yaratır. İkinci alanda dil ile düşünce ayrılamaz ve parçalanamaz hale gelmiş modern atomik önermeleri bize verir. Bu alanda nesnel benzeşim dilsel yolla ifade edilebilir. İkinci alan gerçekliğin bilgisinin olgular yoluyla ifade edildiği alandır. Üçüncü alan karmaşığın alanıdır yani moleküler önermelerin alanıdır. Karmaşık ile basit ayrı alanlarda var olurlar ve böylece ayrı şeyi imlerler. Moleküler önerme yani karmaşık basite ayrıştırılabilir. Fakat bu sefer farklı alana ait olan bir öğeyi bize verir. Bu alanda nesnel benzeşim dilsel yolla ifade edilebilir. İkinci alan gerçekliğin bilgisinin olgular yoluyla ifade edildiği alandır. Üçüncü alan karmaşığın alanıdır yani moleküler önermelerin alanıdır. Karmaşık ile basit ayrı alanlarda var olurlar ve böylece ayrı şeyi imlerler. Moleküler önerme yani karmaşık basite ayrıştırılabilir. Fakat bu sefer farklı alana ait olan bir öğeyi bize verir. İkinci alan bize gerçekliği keşfettiğimizin yanılgısını verir. Gerçeklik sadece kurgulara uydurulmuştur. Tam bir gerçeklik değildir. Gerçekliğin gerçekte neyi verdiği, nesnenin gerçekte neyi verdiği tam olarak bilinmez. Daha önceden dediğim gibi bir ağacın gerçekte neyi imlediği bilinemez ona sadece kurgusal ifade yoluyla ağaç diyebiliriz. Bu isimlendirme ikinci alanın verileridir ve duyusal olan ile görüntünün kesişmesi üzerinden kurulan bulanıklık halkalarının etrafında meydana getirilmiştir. Bulanıklık alanının ürünüdür. ‘’Yalın imin olanaklılığını istemek, anlamın belirginliğini istemektir. ‘’ (Wittgenstein, TLP,3.23, Aruoba, 2013: Syf: 33).  İkinci alan bulanıktır. Çünkü ‘’Karmaşığı söz konusu eden tümce, onun oluşturucu öğesini söz konusu eden tümce ile içsel ilişki içindedir. Karmaşık ancak betimlenmesi yoluyla verilebilir; bu da uygun olacak ya da olmayacaktır. İçinde karmaşıktan söz edilen tümce, o var değilse, anlamsız değil, salt yanlış olacaktır. Bir tümce – öğesinin bir karmaşığı imlediği, içinde geçtiği tümcelerdeki belirsizlikten görülebilir. Biliriz ki, bu tümceyle henüz bir şey belirlenmemiştir. (Genellik simgelemi de bir temel-tasarım içerir.) Bir karmaşığın simgeleminin bir yalın simge içinde özetlenmesi, bir tanım yoluyla dile getirilebilir. ‘’ (Wittgenstein, TLP,3.24, Aruoba, 2013: Syf: 33). Üçüncü alan Wittgenstein’ın düşüncesine göre önermenin gerçeğin görüntüsü haline dönüştüğü alandır.
Her göz nesneyi farklı görür; fakat onu belirlenmiş yani sınırlanmış ve sınırlandıran bir dil etrafında şekillendirmeye mahkumdur. Wittengenstein’ın bahsettiği dil sınırları burada bireysel algıda tıpkı bir hapishaneye dönüşür. Modernitenin getirdiği yönlendirmelere ve kişinin diğeri üzerindeki etkisine transformasyon yaşar dil bu açıdan bakıldığında. Tasarım konusunda dil tanrısallaşır yahut bir patrona veya despota dönüşür. Bireye olgular üzerinden hedef belirler. Birey dil içerisinde kendisi için sürekli belirlenen, kendisi için çizilen yolları takip eder. Nesneleri anlamlandırma aşaması iki güzergaha ayrılır; birinci güzergâh kolektif güzergahtır ki bu güzergâh bireysel güzergahı kurulumunu sağlayan güzergahtır. Fakat bu güzergâh içerisinde nesneleri adlandırmada birey, kolektif güzergâhtan yani toplumun, toplumunu ve evrensel mahiyette bütün insanlığın belirlediklerinden ayrı düşemez ve düşünemez. Muhakkak ortaklıklar üretecek şekilde nesneyi anlamlandırmaya düşer.
Bir nesneyi işaret etmek onu uzay boşluğunda asılı bırakmak anlamına gelir. Nesnenin işaretin kapsam alanına sokulması bir dili meydana getirmez. Sadece bir dil içerisindeki atomik bir değerin bir im dili ile açığa vurulmasıdır. İmlerin toplamı dili ortaya çıkarır. Dil için esas olan mantıklı yani anlamlı olmasıdır. Anlamsız da bu anlamlılık üzerinden ortaya konulur. İmler olgulara verilen değerleri belirler. Wittegenstein’ın im dediği budur. Nesnelerin yalınlığı üzerinden kurulan işaretleme mekanizmasıdır. Bu dilin ilkçağlarını, ilkel çağlarını açıklamak demektir. Bir olguya verilen im değeri o olgunun içerisindeki yani olgunun toplamı olan dünyanın içindeki nesne üzerindeki hakimiyetimizin sağlayıcısıdır. Bir im dile getirildiği zaman resim olarak akla gelen ne ise odur. Bu resimsel değeri ise biz, dil oluşumundaki ilk alan olan ‘birleşim alanı’ndan elde ederiz. Her işaret bir nesneyi hedefler, böylece nesne uzay boşluğuna asılı kalsa dahi bir görüntüye sahip olur. Onun anlamlı olması veya anlamsız olması ise tümce içerisinde ortaya çıkarılır. İm’in tümce içerisindeki değeri nesnenin dünya içerisindeki değeri ile eşittir. İm böylece farklı bir dili bünyesinde oluşturmuş olur. İm’in oluşturduğu bu dil resimsel mekanizmasına ve mekanizmanın oluşturduğu resimsel ifadenin dilidir. İşaret etmek yani bir nesneyi imlemek o nesne üzerinden o, ben, sen üçgeninde iletişimi oluşturmak demektir. O, nesne olandır ve özne sürekli ‘sen’ ile bu nesneyi yapılandırır. İletişim esnasında nesne yani im’in dile gelişi çeşitli yapı taslakları, tasarımlar olarak yeniden kurulur ve dünya üzerinde yeniden  yapılandırılır. Bu nesnenin zihin içerisindeki sabit yerinin üçgen içerisinde esnemesine neden olur. Bu esneme nesnenin tümce içerisindeki olanağını etkilemez, sadece kurgusallık içerisindeki yerini değiştirir. Bu esneme bir sabitlikten diğerine geçiştir. Sabitliklerin toplamı nesnelerin olgu bağlamlarını verir. Nesnenin anlamı bu sabitliklerin ışığında görünür olabilir. Wittgenstein’a göre bu yalnızca olguların anlamı dile getirmesidir. İsimler tek başlarına iletişim üçgeni kurulmadan uzayda yer kaplarlar. ‘’Her tanımlanan im, tanımlanmasında kullanılan imlerin ötesini imler, tanımla da yolu gösterir. Biri temel im olan, biri temel imlerce tanımlanmış olan iki im, aynı tarzda imleyemezler. Adlar tanımlarca bölünemezler. (Tek başına bağımsız imlemi olan im yok.)’’ (Wittgenstein, TLP,3.261, Aruoba, 2013: Syf: 33-35).


‘’Tümce-iminin özü, yazılı yerine uzamlı nesnelerin (masalar, iskemleler, kitaplar gibi) bir araya gelerek oluşturduğunu düşünürsek iyice açıklık kazanır. Bu şeylerin karşılıklı uzamsal konumları da o zaman tümcenin anlamını dile getirirdi.’’ (Wittgenstein, TLP,3.1431, Aruoba, 2013: Syf: 33).

‘’Tümcenin içinde düşünce öyle dile gelir ki, düşüncenin nesneleri, tümce iminin öğeleri karşılar.’’ (Wittgenstein, TLP,3.2, Aruoba, 2013: Syf: 31).

‘’Bu öğelere ‘yalın imler’, tümceye de ‘tam çözümlenmiş’ diyorum.’’ (Wittgenstein, TLP,3.201, Aruoba, 2013: Syf: 33).

‘’Ad nesneyi imler. Nesne, onun imlemidir. (‘A’ ile ‘A’ aynı imdir.’’ (Wittgenstein, TLP,3.203, Aruoba, 2013: Syf: 31).

‘’Yalın imlerin tümce-imi içindeki karşılıklı-biçimlenmesi, olgu durumundaki nesnelerin karşılıklı-biçimlenmesini karşılar.’’ (Wittgenstein, TLP,3.22, Aruoba, 2013: Syf: 31-33).

‘’Ad, tümce içinde nesnenin yerini tutar.’’ (Wittgenstein, TLP,3.22, Aruoba, 2013: Syf: 33).

‘’Tümcenin ancak bir ve tek bir tam çözümlemesi vardır.’’ (Wittgenstein, TLP,3.25, Aruoba, 2013: Syf: 33).

‘’Tümce, dile getirdiğini, belirgin, açık olarak belirtebilecek biçimde dile getirir: Tümce, eklemlidir.’’ (Wittgenstein, TLP,3.251, Aruoba, 2013: Syf: 33).

Saussure ise bu yapıyı dil dizini olarak ele alanları eleştirir. Bu dil dizini, dilin temel ilkesidir. Saussure göre dil, bir terimler dizgesi değildir. Her dil öğesi bir nesneye karşılık gelmektedir, gibi bir görüş eleştirilmelidir. Wittgenstein’ın savunuşu bu öğelerin dilin atomik öğeleri olduğu yönündedir. Saussure’ün eleştirisi ise dilde hazır kavramların olduğunun savunulması ve ismin (yalın im) ses özellikli mi yoksa anlıksal mı olduğunun belirtilmemesidir. Bu hazır kavramlar dilde sabitliği gerçekleştirirler. Fakat sabitlik karşılık-biçimlenme alanında esnekliğe kavuşabilir. Çünkü dil canlıdır ve sürekli değişim yaşar. Saussure’e göre ismi nesne ile birleştiren bağ çok yalın değildir. Halbuki Wittgenstein’a göre yalınlığın sahibi ismin ve ismin imlediğinin kendisidir. ‘’Nesne yalındır.’’ (Wittgenstein, TLP,2.02, Aruoba, 2013: Syf: 19). Ve ‘’ Tümcede kullanılan yalın imlere ad denir.’’ (Wittgenstein, TLP,3.202, Aruoba, 2013: Syf: 33). Nesnelerin zihinde yarattığı resim, Saussure de sesin anlıksal izi olarak nitelendirilir. Bu anlıksal izlerin toplamı resmin bir tasarımını bize verir. Sabit olan bu tasarımın kendisidir. Çünkü o temel imdir. ‘’Ad, hiçbir tanımla daha öte öğelerine doğru çözümlenemez: ad, bir temel imdir.’’ (Wittgenstein, TLP,3.2, Aruoba, 2013: Syf: 31). ‘’Yalın imlerin(kelimelerin) imlemlerinin bize açıklanması gerekir, ki onları anlayalım. Tümceleri ise kendimiz anlarız.’’ (Wittgenstein, TLP,4.26, Aruoba, 2013: Syf: 53). Kelimenin (ismin yerini tutan dilbilimsel yapı yani dilbilimsel temel im) nesnelerin isimlendirildikten sonra açığa çıkması, anlaşılabilmesi ve bütün sonuçları verebilmesi için dil yani eklemli tümcelerin dizgesi zorunludur. Fakat dilin yerleşebilmesi için kelime zorunludur. Dilin evrimini sağlayan dilegetirilen nesnelerde gizlidir. ‘’Bir as bir şey yerine geçer, bir başkası da bir başka şey yerine, aralarında da bağlantılıdırlar, böylece -canlı bir resim gibi- olgu bağlamını kurup ortaya koyarlar.’’ (Wittgenstein, TLP,4.0311, Aruoba, 2013: Syf: 53). Dilsel alışkanlıklarımızı değiştiren, başkalarını duyarak edindiğimiz izlenimdir. Esnekliğin oluşumu bu izlenim ile meydana gelir. Demek ki dille kelime arasında karşılıklı bağımlılık vardır. Dil. Kelimenin (sözün) hem aracı hem de ürünüdür. Ne var ki, bütün söylenenler dille kelimenin birbirinden apayrı şeyler olması yolunda önlenemez. Fakat dilin öz niteliğini bulmak  istiyorsak onu aynı türden dizgelerle kurduğu ortaklık açısından ele almalıyız. İlk bakışta çok önemli gibi görünen birçok dilsel etken (örneğin; ses aygıtının işleyişi) dili öbür dizgelerden ayırmak dışında bir işe yaramıyorsa ancak ikinci sırada yer almalıdır. Bu yoldan hem dil sorunu aydınlatılacak hem de kutsal törenler, gelenek, görenek ya da töreler vb. gösterge olarak incelenmesiyle bu olguların yeni kimlikle ortaya çıktığı görülecektir. Dil burada aracı kimliğinden uzaklaşıp Derrida’nın ifade ettiği taşıyıcı kimliğine yönelmektedir. Dil, konuşan kişinin bir işlevi değildir; bireyin edilgen biçimde belleğine aktardığı üründür. Bireyi bu edilgenliği içerisinde bulunduğu toplumdan kaynaklanmaktadır. Dil de kelime gibi somut niteliklidir. Dilsel göstergeler temelde anlıksalsa da birer soyutlama değildir. Toplumun onayladığı ve tümü dili oluşturan birleştirmeler zihinde yer alan gerçekliklerdir. Üstelik dil göstergelerini neredeyse tutabiliriz. Toplum içinde dil her zihinde bulunan bir izler bütünü olarak yaşar ve birbirinin eşi örnekleri bireylere dağıtılmış bir sözlüğü andırır bir bakıma. Dil varlığını yalnızca topluluk üyeleri arasında yapılmış bir tür sözleşmeye borçludur. ‘’Dil göstergesi bir nesne ile bir ismi birleştirmez, bir kavramla bir işitim imgesini birleştirir. İşitim imgesi salt fiziksel nitelikli olan özdeksel ses değildir, sesin anlıksal izidir, duyularımızın tanıklığı yoluyla bizde oluşan tasarımdır. Duyumsaldır bu imge. Eğer yer yer ‘özdeksel’ diye de nitelendirilirse, bundan yalnızca imgenin duyumsallığı ve genellikle daha soyut olan öbür çağrışım öğesinin, karamın karşıtı olarak ele alındığı anlaşılmalıdır.’’ (Saussure, 1998: Syf:109). Saussure’ün ifade etmek istediği Saussure’ün kitabının Türk çevirmenine göre kelimenin doğal tasarımıdır. Saussure dil’i dış etkenelrin oluşturduğu bir birikimler toplamı olarak görür. Dış etkenlerin duyularımıza etkisi daha önce de yukarıda sözünü ettiğimiz dilde birleşim alanı isimli dil oluşumu alanındaki ilk alanı oluşturur. Bu alan im’lerin duyular yoluyla üretildiği ilk alandır. Dış etkenlerin duyularımızda yarattığı her etkiye karşı oluşturulan tepkimeye göre üretilen simgelerdir. Korkunun simgesi seslenimler, acının simgesi seslenimler, tehlikeye karşı uyarı bağlamında seslenimler… Bu simgeler kendi öz niteliğini yazınsal simge içerisinde de kaybetmezler. Yazınsal simgede; ‘’İm, simgede duyusal algılanabilir olandır.’’ (Wittgenstein, TLP,3.32, Aruoba, 2013: Syf: 37). İlk alanda nedensiz olan göstergeler ise ikinci alanda bir nedene bağlanırlar; çünkü bu alanda bir düzenek kurulmuştur ve aynı neden aynı sonucu üretmiştir. Saussure’ün bahsettiği anlıksal iz olan ses ise düşüncenin aracıdır ve tek başına varlıktan yoksundur. Karmaşık bir işitim eklenleme birimi olan ses kavramla kaynaşarak gene karmaşık nitelikli fizyolojik ve anlıksal bir birim oluşturur. Dil yetisi yani konuşma ise her an yerleşik dizgeyle gerçekleştirilen bir evrim içerir hem çağdaş bir kurumdur hem de geçmişin üründür her an. Dil yetisi yani konuşma yeteneği bütün öbür gerçekleşmelerin kuralı, temel ilkesidir. Dil, dil yetisinin en önemli fakat yalnızca belli bir bölümüdür. Hem dil yetisinin toplumsal ürünüdür hem de bu yetinin bireylerce kullanılabilmesi için toplumun benimsediği zorunlu bir uzlaşım bütünüdür. Dil yetisinden yaralanabilmek için doğadan gelen bir nitelik içgüdüyle bağlanması, onun önüne geçmesi gerekir. Dil sanmak son derece yanlıştır. Gerçekte, dildeki her şey ruhsaldır. Ses değişimleri gibi dilin özdeksel ve bilinçsiz görünüşleri bu özelliği taşır. ‘’Wittgenstein, bir dilbilimin temel kavramlarından biri olan gösterge ile önemli retorik figür, dolayısıyla da yazınsallaştırma aracı olan simge arasında yakınlık görür. Wittgenstein’a göre, belirleme, sadece simgelerin bir betimlemesidir ve gösterilen üzerine hiçbir şey söylenemez. Bu belirlemenin özsel özelliğidir. Gösterge, simgede duyusal algılanabilir olandır. Dolayısıyla, iki farklı simge göstergeye/ime (yazılı gösterge veya sözlü gösterge) ortaklaşa sahip olabilirler. Tümcenin anlamı değişmeden simgenin özsel öğesi değişmez. Böyle durumlarda söz konusu simgeler, farklı tarzda nitelendirilirler. Wittgenstein’ın anlatımıyla, aynı gösterge asla iki ayrı nesnenin ortak belirtisi imlenemez; aynı gösterge ile sadece keyfidir veya nedensizdir (…) Wittgenstein’a göre, gösterge, özsel ve raslantısal çizgilere/niteliklere sahiptir. Dolayısıyla, aynı anlamı dile getiren bütün tümcelerin ortak yönü, tümcedeki özsel olandır. Bu nedenle de genel olarak simgede özsel olan, aynı amacı yerine getirilebilen bütün simgelerin ortak yönüdür. Ayrıca, simgede imleyici/niteleyici olan, mantıksal sözdizimi kurallarına göre, onun yerine koyulabilecek olan bütün simgelerin ortak yönüdür.’’ (Kula, 2012: Syf: 154-155).

Wittgenstein için sabit yapı, mantıksal yapıyı bize verir. Notebooks’unda dünyanın sabit bir yapısının olduğundan söz eder. Bu yapı şüphesiz ki Wittgenstein için mantıksal yapıdır. Matıksal yapı, Tractatus’ta nesneleri birbirine bağlayan bir düzeneği meydana getirir Bu düzenek aynı zamanda önermelerin de birbiriyle olan ayrılmaz bağlatışını bize veren ve Wittgenstein’ın Tractatus’un son önermelerinde bize bahsettiği merdivenin ta kendisidir. Wittgenstein’da dört sınır bulunmaktadır. Bunlar;

1.Dilin Sınırı

2.Mantığın Sınırı

3.Dünyanın Sınırı

4.Düşüncenin Sınırı

Dilin sınırı mantığın ve dünyanın sınırını, mantığını sınırı ise dünyanın sınırını kapsar. Düşüncenin sınırı bütün sınırlardan sonra olan ve diğer bütün sınırlardan etkilenen sınırdır. Kurgusallık bu sınırı içerisinde hâkim olan tek şeydir. Dil sınırından bağımsız özgün bir düşünce sınırı yoktur ve üretemeyiz de. Bu sınır aynı zamanda gerçeklikte uzaklaşmaya neden olan etki edenin de oluştuğu sınırdır. Üçüncü alanı bize verir ki bu alan da belirsizliğin alanıdır. Mantığın sınırının ikinci sınır olmasının sebebi dilin önceliği, mantığın sondalığındandır. Her bir sınır bir doğru gibi kendi tutarlılıklarında tek düzlem içerisindedirler. Dışına çıkmak bu düzlemin yani doğrunun dışına çıkmaktır. Bu başka bir düzlemin dışına çıkmaktır aynı zamanda. Biz bu doğru düzlemlerinin içerisinde oldukça bu düzlemlerin dışı bize farklı bir şeyin yani sınırların dışını verir. Bu ise imkansızdır. Çünkü bize anlamı ifade eden bütün sınırlar bu düzlemin içerisindedirler. Her bir sınır bir toplam görüntüyü iç içelik ile oluşturur. Bu sınırın bütün unsurlarının tam olarak nerede başlayıp nerede bittiği tam olarak bilenemez; çünkü her biri merdiveni yani toplam görüntüyü oluşturan basamaklardan ibarettir. Basamağın bir tanesinin noksanlığı merdivenin noksanlığını verir. Biz sadece uzaydan dünyaya bakan bir astronot gibiyizdir bu sınırların karşısında. Merdivene adım attığımız zaman onun içerisindeyizdir.

Wittgenstein tıpkı nesne kümeleri gibi olgu bağlamları oluşturur. Demek istediği dilin belirli sınırlar içerisinde yer alan belirli kümelerden oluştuğudur. Dil bu kümeler içinde bir araya gelen dilin molekülsel oluşumlarından meydana gelir. Öncesi sadece atomik birleşmelerdir. Bu atomik birleşmeleri mantıksal sınır içerisinde yaparız. Kısaca, tümceleri ve tümcelerin birleşmeleri ile dili meydana getiririz. Mantıksal alan içerisinde meydana gelen birleşimler söylenebilir olanı açığa çıkarır. Bu alanın dışında kalan şey ise sadece sessizliktir. Mantıksal alanda meydana gelen dile getirileni veren dil esas manası ile salt anlamında çıkan ve revizyon edilen bir dildir. Önceden var olanın yapılandırılması sadece bu alan içerisinde gerçekleştirir. Ve en son sınır ise dilin oluşturduğu dilin sınırında oluşan ve sınır çizgisinin içinde meydana gelen diğer sınırdır.

Temsil etmeye kalkışsak; dilin sınırı ve dünyanın sınırı doğru içerisindeki doğru gibidir. Ve tek bir görüntü. Fibonacci dizindeki gibi kusursuzu veren birleşimlerin bir araya gelişi. Kısacası dil…

 Banu KAPKINER



Kaynakça:

Adjukiewicz, Kazimierz, (1994). Felsefeye Giriş Temel Kavramlar ve Kuramlar, (Ahmet Cevizci, Çev.), Ankara: Gündoğan Yayınları, İkinci Baskı, Nisan.

Aksan, Doğan (2009). Her Yönüyle Dil Ana Çizgileriyle Dilbilim, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları (TDK), 5.Baskı, Şubat.

Kula, Onur Bilge, (2012). Dil Felsefesi Edebiyat Kuramı I., İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, I.Basım, Eylül.

Saussure, d. Ferdinand. (1998). Genel Dilbilim Dersleri, (Berke Vardar, Çev.) İstanbul: Multılıngual Yayınları.

Störig, H.J, (2000). İlkçağ Felsefesi Hint Çin Yunan. (Ömer Cemal Güngören, Çev.) Ankara: Yol Yayınları, İkinci Basım, Mayıs.

Wittgenstein, Ludwig, (2004). Defterler 1914-1916, (Ali Utku, Çev.), İstanbul: Birey Yayınları, I. baskı.

Wittgenstein, Ludwig. (2013). Tractatus Logico- Phılosophicus. (Oruç Aruoba, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları/ 7. Basım, Ekim.                                          


Yorumlar

  1. Banu hanım, aydınlatıcı ve bilgilendirici yazınız için çok teşekkür ve tebrik ederim. Daha nice yazılarınızı okumak umudu ile sevgiyle selamlıyorum.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

N’OLA Kİ BU ORTODOKSLUK? ECE AYHAN’IN ORTODOKSLUKLAR’I ÜZERİNE

 GİRİŞ İkinci Yeni şiiri, şiirde anlamı düzyazıdan olabildiğince uzaklaştırmak isteyen, bundan dolayı da şiirde dizeden ziyade kelimeye yoğunlaşan bir poetik duruşa sahip bir akımdır. Cemal Süreya, ‘’Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı.’’ der. Bilindiği üzere bir kelimenin anlamı, bir bağlam içerisinde kullanıldığı zaman geçerlidir. Kelime ise, bağlamı dışında anlamsızdır. Fakat İkinci Yeni şiiri, birbirinden bağımsız, anlamsız kelimeleri kullanır. Böylece yerel ve bir bakıma da evrensel eski şiir anlayışının mısraya dayalı yapısına karşı çıkar. Alışılmış sözdiziminden uzaklaşır, bağlama dışsal olan kelimelerin kullanımını tercih eder. Yukarıdaki açıklanan yeni şiir düsturunu İkinci Yeni şiiri içerisinde hiç şüphesiz en uç biçimde kullanan şair, Ece Ayhan’dır. Ece Ayhan’ın şiiri eleştirmenlerce, şaşırtıcı, kapalı ve anlamsız olarak yorumlanır. Ece Ayhan ise, poetikasına yöneltilen bütün bu eleştirileri bertaraf edecek şekilde şiirinin hermetik olduğunu söyler. Ece Ayhan iç

ÖLMÜŞ BİR KADININ EVRAK-I METRUKESİ’NDE ÖEDİPAL KARMAŞA

Pöpüler aşk romanlarının yazarı olarak tanınan Güzide Sabri, " Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi’’ nde yasak aşk konusunu ele alır. Romana oldukça otobiyografik öğeler adapte eden yazar, romanda romantik olana temayül eden son derece hassas, kırılgan bir kadının hatıralarını kaleme alır. Romanın ilk baskısının yapıldığı tarihteki hâkim edebi bakış açısı romanın üslubunda ve yazılma nedeninde etkili olan başat unsurlardan biridir. Güzide Sabri, genellikle romanlarını aşk acısı çeken ve bundan dolayı ölüme mahkûm edilen karakterler etrafında şekillendirir. Bu açıdan ‘’Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi’’ nde yazarın külliyatında bir devamlılık sağlar. Ancak roman, yazarın diğer romanlarına nazaran psikolojik arka planın toplumsal olanla bağdaşımının en yoğun yaşandığı romanıdır. Romanda aşk acısı çeken, annesiz ve babasız büyümüş bir kadının toplumsal olana karşı bir benlik inşa etme süreci verilir. Fakat bu süreç toplumsal düzlemde sürekli olarak kesintiye uğ

TÜRK EDEBİYATINDA BİR FLÂNEUR İZLEĞİ OLARAK YUSUF ATILGAN'IN AYLAK ADAM ROMANI ÜZERİNE BİR DERLEME

"Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım." (Nilgün Marmara-Defterler) Giriş Flâneur bir kent gezginidir.En ücra köşelerine kadar metropolü arşınlar ve modern hayatın bütün görünümlerini müthiş bir aşkla gözlemler,ayıklar ve hafızasının arşivine kaydeder.Kalabalıklarda barınır,kalabalıklarla nefes alıp verir,kalabalıklara mest olur,tebdil-i kıyafet gezer.Kimse onu fark etmez; o ise herkesi fark eder.  İnsan sarrafıdır.Modern hayatın kahramanlarını o seçer.Ve kahramanları aynı zamanda yoldaşları olur.Flâneur kılıktan kılığa girerken onda erimez,aksine her defasında bireyselliğini yeniden pekiştirir.Bir dedektif gibidir,kalabalığın peçelediği izleri sürer. Flâneurün meziyetlerini 19.yüzyılün Larousse Ansiklopedisi de takdirle kaydeder; gözleri fal taşı gibi açık,kulağı kiriştedir.Kalabalıkları sürükleyen şeylerle ilgilenmez; derdi bambaşkadır, rastgele işittiği bir laf sayesinde akla hayale gelmeyecek bir kişiliği hayat onun önüne seriverir. Tıpkı karşılaştığı s